Siyasal Gelişmemimizdeki Çıkmaz III: Boşluklar
Başlık:
Siyasal Gelişmemimizdeki Çıkmaz III: Boşluklar
Kaynak:
Ulus, "Uzaktan" s. 3
Tarih:
1957-07-29
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/36
Metin:
UZAKTAN
Siyasal gelişmemizdeki çıkmaz : III
BOŞLUKLAR
BUNDAN önceki iki sayımız da belirttiğimiz gibi, Osmanlı devletini yıkılmaktan kurtarmak ve Batıdaki ilerlemeye ayak uydurabilir hale getirmek için reformlar yapma ihtiyacını duyan üç padişahın, III. Mustafa, III. Selim ve II. Mahmud'un — hele, Mustafa'dan daha şuurlu birer reformcu olan son ikisinin — karşılaştıkları ve yenmeğe çalıştıkları engeller arasında en çetinlerinden birini, mutaassıp din adamlarının kuvveti teşkil ediyordu. Fakat, din adamları, idareyi sınırlıyan Şeriata bekçilik ettikleri halde, zamanla Şeriatın yerini almağa başlayan anayasa müessesesine bekçilik edebilecek kuvvetler ortaya çıkamamış, mutaassıp din adamlarının kuvveti kırılıp ta, Osmanlı idaresini mutlâkiyete kaymaktan alıkoyan eski dengenin yerine yenisi kurulamadığı için, II. Mahmud'dan sonraki padişahlardan ikisi, Abdülaziz'le Abdülhamit, birer mutlak hükümdar olma imkânını bulmuşlardı. 1908 den sonra nüfuzları artan politikacılar zümresi de, başlangıçta demokratik düşüncelerin öncülüğünü yapmış olmalarına rağmen, mutlak idareyi, Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar, kollektif olarak devam ettirmekte zorluk çekmemişlerdi.
Bu serinin ilk yazısında belirttiğimiz gibi, III. Mustafa, III. Selim ve II. Mahmut, reform hareketine, haklı olarak, ordudan başlamak ihtiyacını duyuyorlardı. Bir zamanlar Osmanlı egemenliğini Avrupa ortalarına kadar götürmüş olan Yeniçeriler, artık, Anadolu'nun bile güvenliğini sağlıyamıyacak derecede yetersiz duruma gelmişlerdi: Fakat uzun mücadelelerden sonra Yeniçeri teşkilâtını kaldırıp modern bir ordunun temelini kurmağa muvaffak olan II. Mahmut, farkına varmadan, mutlâkiyet önündeki, sınırsız idare önündeki, en müessir engellerden birini de ortadan kaldırmış oluyordu.
Yençeriler karşısında padişahlar, bir çok zamanlar, kölelerinin kölesi durumuna düşerlerdi. Bir köle ordusu olarak kurulmuş bu askerî kuvvetin isteklerine aykırı davranan padişahlar, onların kılıç ve okları altında can vermeği göze alırlardı. Osmanlı padişahlarının en güçlüsü sayılabilecek Kanunî Süleyman'ın bile canı o yüzden bir kaç kere tehlikeye düşmüştü.
Yeniçerilerin yerine kurulan modern askerî teşkilât, kendi eğitim kurumları yoliyle, Batı kültürüne ,Batıdaki siyasal düşünce akımlarına da kapımızı açmış oldu. Artık padişahların kudretini, gayri meşru sayılabilecek usüllerle de olsa, sınırlıyan askerî kuvvet, muhafazakâr, geri ve cahil unsurların elinden çıkmış, kafaları Batı kültürüne açık aydın unsurlar eline geçmişti. Bu, aslında hiç şüphesiz hayırlı bir gelişme idi. Nitekim, padişahların, gitgide daha mutlak hâle gelen kudretini 1908 den itibaren sınırlamağa muvaffak olanların başında bu unsurlar geliyordu.
Fakat, 1908 den itibaren padişahlık müessesesi ikinci plâna düşüp te, birçoğu askerî okullardan yetişmiş ve bazısı hâlâ ordu saflarında bulunan politikacılar idareyi ellerine geçirince, artık ortada, Osmanlı Devletinin başındaki idareyi mutlakiyete kaymaktan alıkoyacak hiç bir kuvvet kalmamış oluyordu. Bundan önce belirttiğimiz gibi, Teşkilâtı Esasiye Kanunu, zaten kâğıt üstünde kalmağa mahkûm bir sınırdı. Çünkü, idareye karşı daha önce Şeriatın çizdiği sınıra, halkoyu üzerinde müessir bulunan din adamları zümresi bekçilik edebildiği hâlde, Şeriatın yerini almağa başlıyan Anayasaya bekçilik edebilecek bir kuvvet ortaya çıkamamıştı. Yeniçerilerin padişahlar üzerindeki sınırlayıcı rolünü devralan yeni askerî teşkilât ta, asker - politikacılar idareye hâkim olduktan sonra, sınırlama yeteneğini kaybetmiş, hattâ, yeni ortaya çıkan kollektif mutlakiyet idaresinin başlıca dayanağı, baskı vasıtası durumuna gelmişti.
1908 de meşrutiyet ilân edildikten ve birçoğu orduya bağlı veya ordudan yetişmiş politikacılar idare başına geçtikten sonra, genç asker - politikacı Mustafa Kemal'in, baştakilerle arasının açılmasını göze alarak, siyasal ödevini yapmış bulunan orduya artık siyasetten ayırmak gerektiğini savunmuş, ve bu prensibi derhal kendi hayatında uygulamağa başlamış olması, onun, siyasal gelişmemizdeki bu yeni tehlikeyi ne kadar erken sezdiğini göstermeğe yeter.
(Nitekim daha sonra, Kurtuluş Savaşı biter bitmez, üzerlerinden üniformalarını çıkarmak ve yeni bir bağımsız Türk Devleti kurulmasını sağlamış olan orduyu siyasetten kesin olarak ayırmakla, Atatürk ve İnönü, bu sezginin bir örneğini daha vermişlerdir.)
Özelt olarak diyebiliriz ki, Osmanlı Devletini yıkılmaktan kurtarmak için girişilen reform hareketinin, batılılaşma hareketinin, siyasal gelişmemiz üzerindeki etkileri, hiç değilse Osmanlı Devletini dağılıncıya kadar, umulandan çok başka olmuştur. Çünkü yıkılan eski siyasal düzen yerine yenisi kurulurken iki büyük boşluk ortakada kalmış, ve bu boşluklar, idareyi sınırsız, bırakarak, idare başındakilere mutlakiyet yolunu açmıştır.
Önümüzdeki yazıda, idare başındakilerin bu yola sapmalarını kolaylaştıran başka bir gelişme üzerinde de duracağız.
Cambridge, MASS.
BÜLENT ECEVİT
Siyasal gelişmemizdeki çıkmaz : III
BOŞLUKLAR
BUNDAN önceki iki sayımız da belirttiğimiz gibi, Osmanlı devletini yıkılmaktan kurtarmak ve Batıdaki ilerlemeye ayak uydurabilir hale getirmek için reformlar yapma ihtiyacını duyan üç padişahın, III. Mustafa, III. Selim ve II. Mahmud'un — hele, Mustafa'dan daha şuurlu birer reformcu olan son ikisinin — karşılaştıkları ve yenmeğe çalıştıkları engeller arasında en çetinlerinden birini, mutaassıp din adamlarının kuvveti teşkil ediyordu. Fakat, din adamları, idareyi sınırlıyan Şeriata bekçilik ettikleri halde, zamanla Şeriatın yerini almağa başlayan anayasa müessesesine bekçilik edebilecek kuvvetler ortaya çıkamamış, mutaassıp din adamlarının kuvveti kırılıp ta, Osmanlı idaresini mutlâkiyete kaymaktan alıkoyan eski dengenin yerine yenisi kurulamadığı için, II. Mahmud'dan sonraki padişahlardan ikisi, Abdülaziz'le Abdülhamit, birer mutlak hükümdar olma imkânını bulmuşlardı. 1908 den sonra nüfuzları artan politikacılar zümresi de, başlangıçta demokratik düşüncelerin öncülüğünü yapmış olmalarına rağmen, mutlak idareyi, Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar, kollektif olarak devam ettirmekte zorluk çekmemişlerdi.
Bu serinin ilk yazısında belirttiğimiz gibi, III. Mustafa, III. Selim ve II. Mahmut, reform hareketine, haklı olarak, ordudan başlamak ihtiyacını duyuyorlardı. Bir zamanlar Osmanlı egemenliğini Avrupa ortalarına kadar götürmüş olan Yeniçeriler, artık, Anadolu'nun bile güvenliğini sağlıyamıyacak derecede yetersiz duruma gelmişlerdi: Fakat uzun mücadelelerden sonra Yeniçeri teşkilâtını kaldırıp modern bir ordunun temelini kurmağa muvaffak olan II. Mahmut, farkına varmadan, mutlâkiyet önündeki, sınırsız idare önündeki, en müessir engellerden birini de ortadan kaldırmış oluyordu.
Yençeriler karşısında padişahlar, bir çok zamanlar, kölelerinin kölesi durumuna düşerlerdi. Bir köle ordusu olarak kurulmuş bu askerî kuvvetin isteklerine aykırı davranan padişahlar, onların kılıç ve okları altında can vermeği göze alırlardı. Osmanlı padişahlarının en güçlüsü sayılabilecek Kanunî Süleyman'ın bile canı o yüzden bir kaç kere tehlikeye düşmüştü.
Yeniçerilerin yerine kurulan modern askerî teşkilât, kendi eğitim kurumları yoliyle, Batı kültürüne ,Batıdaki siyasal düşünce akımlarına da kapımızı açmış oldu. Artık padişahların kudretini, gayri meşru sayılabilecek usüllerle de olsa, sınırlıyan askerî kuvvet, muhafazakâr, geri ve cahil unsurların elinden çıkmış, kafaları Batı kültürüne açık aydın unsurlar eline geçmişti. Bu, aslında hiç şüphesiz hayırlı bir gelişme idi. Nitekim, padişahların, gitgide daha mutlak hâle gelen kudretini 1908 den itibaren sınırlamağa muvaffak olanların başında bu unsurlar geliyordu.
Fakat, 1908 den itibaren padişahlık müessesesi ikinci plâna düşüp te, birçoğu askerî okullardan yetişmiş ve bazısı hâlâ ordu saflarında bulunan politikacılar idareyi ellerine geçirince, artık ortada, Osmanlı Devletinin başındaki idareyi mutlakiyete kaymaktan alıkoyacak hiç bir kuvvet kalmamış oluyordu. Bundan önce belirttiğimiz gibi, Teşkilâtı Esasiye Kanunu, zaten kâğıt üstünde kalmağa mahkûm bir sınırdı. Çünkü, idareye karşı daha önce Şeriatın çizdiği sınıra, halkoyu üzerinde müessir bulunan din adamları zümresi bekçilik edebildiği hâlde, Şeriatın yerini almağa başlıyan Anayasaya bekçilik edebilecek bir kuvvet ortaya çıkamamıştı. Yeniçerilerin padişahlar üzerindeki sınırlayıcı rolünü devralan yeni askerî teşkilât ta, asker - politikacılar idareye hâkim olduktan sonra, sınırlama yeteneğini kaybetmiş, hattâ, yeni ortaya çıkan kollektif mutlakiyet idaresinin başlıca dayanağı, baskı vasıtası durumuna gelmişti.
1908 de meşrutiyet ilân edildikten ve birçoğu orduya bağlı veya ordudan yetişmiş politikacılar idare başına geçtikten sonra, genç asker - politikacı Mustafa Kemal'in, baştakilerle arasının açılmasını göze alarak, siyasal ödevini yapmış bulunan orduya artık siyasetten ayırmak gerektiğini savunmuş, ve bu prensibi derhal kendi hayatında uygulamağa başlamış olması, onun, siyasal gelişmemizdeki bu yeni tehlikeyi ne kadar erken sezdiğini göstermeğe yeter.
(Nitekim daha sonra, Kurtuluş Savaşı biter bitmez, üzerlerinden üniformalarını çıkarmak ve yeni bir bağımsız Türk Devleti kurulmasını sağlamış olan orduyu siyasetten kesin olarak ayırmakla, Atatürk ve İnönü, bu sezginin bir örneğini daha vermişlerdir.)
Özelt olarak diyebiliriz ki, Osmanlı Devletini yıkılmaktan kurtarmak için girişilen reform hareketinin, batılılaşma hareketinin, siyasal gelişmemiz üzerindeki etkileri, hiç değilse Osmanlı Devletini dağılıncıya kadar, umulandan çok başka olmuştur. Çünkü yıkılan eski siyasal düzen yerine yenisi kurulurken iki büyük boşluk ortakada kalmış, ve bu boşluklar, idareyi sınırsız, bırakarak, idare başındakilere mutlakiyet yolunu açmıştır.
Önümüzdeki yazıda, idare başındakilerin bu yola sapmalarını kolaylaştıran başka bir gelişme üzerinde de duracağız.
Cambridge, MASS.
BÜLENT ECEVİT
Koleksiyon
Alıntı
“Siyasal Gelişmemimizdeki Çıkmaz III: Boşluklar,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 25 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/859 ulaşıldı.