Siyasal Gelişmemimizdeki Çıkmaz II: Mutlakiyetin Başlangıcı
Başlık:
Siyasal Gelişmemimizdeki Çıkmaz II: Mutlakiyetin Başlangıcı
Kaynak:
Ulus, "Uzaktan" s. 3
Tarih:
1957-07-27
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/36
Metin:
UZAKTAN
Siyasal gelişmemizdeki çıkmaz: II (*)
MUTLAKİYETİN BAŞLANGICI
TÜRKİYE'DE mutlakiyet Abdülhâmît'le başlar. Ondan önceki hiç bir Osmanlı padişahının mutlak hükümdar olduğu söylenemez. En insafsız padişahlardan biri bilinen Yavuz Selim'in olsun, halk arasında en çok sevilip sayılan padişahlardan Fatih Mehmet'le Kanunî Süleyman'ın olsun, hattâ daha sonra, en sert padişahlardan biri olarak tarihimize geçen IV. Murat'ın olsun, idareleri, mutlak değil, sınırlı birer idare idi.
Bugünün siyasal düşüncesine göre, «sınırlı idare» denilince, anayasalı idare, üstelik anayasanın da, yasama ve yürütme gücüne karşı türlü tedbirlerle, örneğin, yargı gücünün bağımsızlığı yolu ile, güvenlik altına alındığı idare akla gelir. Her ne kadar sözünü ettiğimiz büyük padişahların çağında böyle kavramlar bilinmezdi ise de, başka adlar ve değişik biçimler altında bu modern kavramların karşılıkları vardı, ve bunlar Osmanlı devlet kuruluşunun temel direkleri arasındaydı.
O çağlarda Anayasanın yerini, Şeriat, yâni İslâm dininin sosyal münasebetlere düzen veren temel kanunlar sistemi tutuyordu. Üstelik, çağımızın bütün demokratik memleketlerinde Anayasa, kuvvetli bir çoğunluk tarafından değiştirilebileceği hâlde, Şeriat, hele «içtihat kapısı» kapandığından beri. değiştirilemez hâle gelmişti. Yeni ihtiyaçları karşılamak üzere çıkarılacak kanun ve kararların Şeriat hükümlerine uygun olması gerekliydi. Yeni çıkarılacak bir kanun veya kararın Şeriata uygun olup olmadığını ise, nihaî olarak, ulema, yâni din bilginleri tâyin edebilirdi.
Her ne kadar bazı güçlü padişahlar , şeyhülislâm, kazaasker ve müftülere bir dereceye kadar söz geçirebilirlerdi ise de, onların da şeriatı yorumlama yetkileri sınırlı idi. Karşılarında geniş bir ulema kütlesi vardı. Bu kütle, idare cihazında yüksek mevkilere ulaşmış din adamlarını denetliyebilecek kudrette idi. Çünkü islâm dininde, Hristiyanlıkta olduğu gibi, bir kilise teşkilâtı bulunmadığından, ülema bir kadro içine alınıp sınırlanamaz, kontrol altında tutulamazdı. Her din bilgini ülemadan sayılabilirdi.
Din adamlarının, halk üzerindeki nüfuzları arttıkça, Şeriata dayanarak, padişahın ve divanın kudretini, yetkilerini sınırlama imkânları da artıyordu. Böylelikle din adamları, âdeta, halkın, idareyi sürekli denetleme altında tutan temsilcileri, halk iradesinin sözcüleri durumuna gelmişlerdi. Aynı zamanda, şeyhülislâmı, kazasker ve müftüleri, ülema ve kadıları ile, bütün din adamları topluluğu, idareye karşı hemen tamamiyle bağımsız, hattâ sorumsuz, bir yargı gücü teşkil ediyordu.
Fakat idarenin bu yoldan sınırlanması, mutlakiyeti önleyici bir tedbir olarak yararlı görülebilirse de, İslâm düşüncesinde ve müesseselerinde reform yapma imkânları içtihat kapısının kapanmasından beri çok güçleştiği için, din adamları, ister istemez, gitgide mutaassıplaşıyor, onların etkisi altındaki topluluklar da günden güne daha muhafazakâr oluyor, dünyadaki değişen şartlara, müsbet bilimler alanındaki ilerlemelere ayak uyduramıyordu. O yüzden, Fatih Mehmet, Kanunî Süleyman gibi derin kültürlü, geniş görüşlü, ileri düşünceli padişahlar, bütün iyiniyet ve gayretlerine nüfuz ve kudretlerine rağmen, Osmanlı topluluğunun, hele Anadoludaki Müslüman Türk halkının, yaşama düzeninde, dünya görüşünde, düşünce tarzında, istedikleri değişiklikleri yapamamışlardı. O kadar ki, adı tarihe «Kanunî» diye geçmekle beraber, I. Süleyman bile, yeni bir kanunlar sistemi kuramamış, daha çok, mevcut kanunları bir düzene sokmakla yetinmek zorunda kalmıştı.
Onun için, bundan önceki «Çıkmaz» başlıklı yazımızda belirttiğimiz gibi, 18 inci yüzyıl sonlarında ve 19 uncu yüzyıl başlarında, III. Selim'le II. Mahmud'un, dinî taassup baskısından bir dereceye kadar olsun kurtulma imkânlarını aramaları, şüphesiz çok yerinde olmuş, Osmanlı Devleti belki de ancak o sayede, yüzyıl kadar daha ayakta durabilmiştir. Bu baskı kırılmadıkça, Osmanlı Devletini yıkılmaktan, Türk halkını yok olup gitmekten kurtarmak üzere, en küçük bir tedbir alınamaz, en basit bir reform yapılamazdı.
Batı düşüncesiyle temas kapılarının, ve din eğitimi dışında başka eğitim imkânlarının açılması ile bu baskı, hiç değilse İstanbul'da azalmağa başladı. Öylelikle, Gülhane Hattı Hümayununa ve anayasaya zemin hazırlamış oldu. Aralık 1876 dan itibaren, artık idarenin yetkilerini, yürütme ve yaşama gücünü, Şeriattan çok, Teşkilâtı Esasiye Kanunu sınırlıyacaktı. Fakat, Hattı Hümayun gibi, Teşkilâtı Esasiye Kanunu da kâğıt üzerinde kalmağa mahkûmdu. Nitekim Abdülhâmit, Teşkilâtı Esasiye Kanununu ilân etme ve Meclisi Mebusanı açma vaadiyle tahta geçtikten birkaç ay sonra, Rus harbini bahane ederek, ilk meşrutî idare devresini sona erdirmekte, ondan sonra da daha 32 yıl, mutlak bir hükümdar olarak memleketi keyfince idare etmekte, halkı, tarihimiz boyunca görülmemiş bir baskı altına almakta, güçlük çekmedi.
Çünkü ondan önceki sultanların Şeriata bağlı kalmasını sağlıyan müeyyideler, Şeriatın yerini almağa başlıyan anayasa için henüz kurulamamış, hattâ düşünülmemişti. Artık Padişahın yetkisini meşru yollardan sınırlamak imkânsızdı.
Gerçi kâğıt üstünde bir sınır vardı ama, bu sınırın bekçileri yoktu. O bakımdan, memleketin siyasal düzeninde büyük bir boşluk açılmış, süresini dolduran eski denge[...] yerine yenisi kurulamamıştı.
Üstelik, idareyi gayrı meşru sayılabilecek yollardan sınırlamak da artık eskisi gibi kolay değildi. Bunun sebeplerine de gelecek yazımızda dokunacağız.
Cambridge, MASS.
BÜLENT ECEVİT
(x) — Daha devam edecek olan bu serinin ilk yazısı, dün yayınlanan «Çıkmaz» başlıklı yazıdır.
Siyasal gelişmemizdeki çıkmaz: II (*)
MUTLAKİYETİN BAŞLANGICI
TÜRKİYE'DE mutlakiyet Abdülhâmît'le başlar. Ondan önceki hiç bir Osmanlı padişahının mutlak hükümdar olduğu söylenemez. En insafsız padişahlardan biri bilinen Yavuz Selim'in olsun, halk arasında en çok sevilip sayılan padişahlardan Fatih Mehmet'le Kanunî Süleyman'ın olsun, hattâ daha sonra, en sert padişahlardan biri olarak tarihimize geçen IV. Murat'ın olsun, idareleri, mutlak değil, sınırlı birer idare idi.
Bugünün siyasal düşüncesine göre, «sınırlı idare» denilince, anayasalı idare, üstelik anayasanın da, yasama ve yürütme gücüne karşı türlü tedbirlerle, örneğin, yargı gücünün bağımsızlığı yolu ile, güvenlik altına alındığı idare akla gelir. Her ne kadar sözünü ettiğimiz büyük padişahların çağında böyle kavramlar bilinmezdi ise de, başka adlar ve değişik biçimler altında bu modern kavramların karşılıkları vardı, ve bunlar Osmanlı devlet kuruluşunun temel direkleri arasındaydı.
O çağlarda Anayasanın yerini, Şeriat, yâni İslâm dininin sosyal münasebetlere düzen veren temel kanunlar sistemi tutuyordu. Üstelik, çağımızın bütün demokratik memleketlerinde Anayasa, kuvvetli bir çoğunluk tarafından değiştirilebileceği hâlde, Şeriat, hele «içtihat kapısı» kapandığından beri. değiştirilemez hâle gelmişti. Yeni ihtiyaçları karşılamak üzere çıkarılacak kanun ve kararların Şeriat hükümlerine uygun olması gerekliydi. Yeni çıkarılacak bir kanun veya kararın Şeriata uygun olup olmadığını ise, nihaî olarak, ulema, yâni din bilginleri tâyin edebilirdi.
Her ne kadar bazı güçlü padişahlar , şeyhülislâm, kazaasker ve müftülere bir dereceye kadar söz geçirebilirlerdi ise de, onların da şeriatı yorumlama yetkileri sınırlı idi. Karşılarında geniş bir ulema kütlesi vardı. Bu kütle, idare cihazında yüksek mevkilere ulaşmış din adamlarını denetliyebilecek kudrette idi. Çünkü islâm dininde, Hristiyanlıkta olduğu gibi, bir kilise teşkilâtı bulunmadığından, ülema bir kadro içine alınıp sınırlanamaz, kontrol altında tutulamazdı. Her din bilgini ülemadan sayılabilirdi.
Din adamlarının, halk üzerindeki nüfuzları arttıkça, Şeriata dayanarak, padişahın ve divanın kudretini, yetkilerini sınırlama imkânları da artıyordu. Böylelikle din adamları, âdeta, halkın, idareyi sürekli denetleme altında tutan temsilcileri, halk iradesinin sözcüleri durumuna gelmişlerdi. Aynı zamanda, şeyhülislâmı, kazasker ve müftüleri, ülema ve kadıları ile, bütün din adamları topluluğu, idareye karşı hemen tamamiyle bağımsız, hattâ sorumsuz, bir yargı gücü teşkil ediyordu.
Fakat idarenin bu yoldan sınırlanması, mutlakiyeti önleyici bir tedbir olarak yararlı görülebilirse de, İslâm düşüncesinde ve müesseselerinde reform yapma imkânları içtihat kapısının kapanmasından beri çok güçleştiği için, din adamları, ister istemez, gitgide mutaassıplaşıyor, onların etkisi altındaki topluluklar da günden güne daha muhafazakâr oluyor, dünyadaki değişen şartlara, müsbet bilimler alanındaki ilerlemelere ayak uyduramıyordu. O yüzden, Fatih Mehmet, Kanunî Süleyman gibi derin kültürlü, geniş görüşlü, ileri düşünceli padişahlar, bütün iyiniyet ve gayretlerine nüfuz ve kudretlerine rağmen, Osmanlı topluluğunun, hele Anadoludaki Müslüman Türk halkının, yaşama düzeninde, dünya görüşünde, düşünce tarzında, istedikleri değişiklikleri yapamamışlardı. O kadar ki, adı tarihe «Kanunî» diye geçmekle beraber, I. Süleyman bile, yeni bir kanunlar sistemi kuramamış, daha çok, mevcut kanunları bir düzene sokmakla yetinmek zorunda kalmıştı.
Onun için, bundan önceki «Çıkmaz» başlıklı yazımızda belirttiğimiz gibi, 18 inci yüzyıl sonlarında ve 19 uncu yüzyıl başlarında, III. Selim'le II. Mahmud'un, dinî taassup baskısından bir dereceye kadar olsun kurtulma imkânlarını aramaları, şüphesiz çok yerinde olmuş, Osmanlı Devleti belki de ancak o sayede, yüzyıl kadar daha ayakta durabilmiştir. Bu baskı kırılmadıkça, Osmanlı Devletini yıkılmaktan, Türk halkını yok olup gitmekten kurtarmak üzere, en küçük bir tedbir alınamaz, en basit bir reform yapılamazdı.
Batı düşüncesiyle temas kapılarının, ve din eğitimi dışında başka eğitim imkânlarının açılması ile bu baskı, hiç değilse İstanbul'da azalmağa başladı. Öylelikle, Gülhane Hattı Hümayununa ve anayasaya zemin hazırlamış oldu. Aralık 1876 dan itibaren, artık idarenin yetkilerini, yürütme ve yaşama gücünü, Şeriattan çok, Teşkilâtı Esasiye Kanunu sınırlıyacaktı. Fakat, Hattı Hümayun gibi, Teşkilâtı Esasiye Kanunu da kâğıt üzerinde kalmağa mahkûmdu. Nitekim Abdülhâmit, Teşkilâtı Esasiye Kanununu ilân etme ve Meclisi Mebusanı açma vaadiyle tahta geçtikten birkaç ay sonra, Rus harbini bahane ederek, ilk meşrutî idare devresini sona erdirmekte, ondan sonra da daha 32 yıl, mutlak bir hükümdar olarak memleketi keyfince idare etmekte, halkı, tarihimiz boyunca görülmemiş bir baskı altına almakta, güçlük çekmedi.
Çünkü ondan önceki sultanların Şeriata bağlı kalmasını sağlıyan müeyyideler, Şeriatın yerini almağa başlıyan anayasa için henüz kurulamamış, hattâ düşünülmemişti. Artık Padişahın yetkisini meşru yollardan sınırlamak imkânsızdı.
Gerçi kâğıt üstünde bir sınır vardı ama, bu sınırın bekçileri yoktu. O bakımdan, memleketin siyasal düzeninde büyük bir boşluk açılmış, süresini dolduran eski denge[...] yerine yenisi kurulamamıştı.
Üstelik, idareyi gayrı meşru sayılabilecek yollardan sınırlamak da artık eskisi gibi kolay değildi. Bunun sebeplerine de gelecek yazımızda dokunacağız.
Cambridge, MASS.
BÜLENT ECEVİT
(x) — Daha devam edecek olan bu serinin ilk yazısı, dün yayınlanan «Çıkmaz» başlıklı yazıdır.
Koleksiyon
Alıntı
“Siyasal Gelişmemimizdeki Çıkmaz II: Mutlakiyetin Başlangıcı,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 25 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/858 ulaşıldı.