Sanat ve Devrimlerimiz
Başlık:
Sanat ve Devrimlerimiz
Kaynak:
Dünya, "Sanat Konuları"
Tarih:
1953-06-21
Lokasyon:
Rahşan Ecevit Arşivi
Metin:
DÜNYA
21 Haziran 1953
SANAT KONULARI
Sanat ve devrimlerimiz
Yazan: Bülend Ecevit
SONU gelmeyen bir tartışma komşu vardır: Sanat sanat için mi olmalı, toplum için mi? Yahut, sanatın fayda gözetmesi gerekir mi, gerekmez mi?
Böyle bir tartışmaya girişmek, sanatın faydasız da olabileceğini kabul etmektir.
Sanat faydasız olabilir mi?
Bu soruyu cevaplandırabilmek için sanatın ne olduğu üzerinde durmalıyız. Sanat şudur, budur diye tarifler bulması güçtür. Duygu güzellik ölçüsü gibi, kişiden kişiye değişir temellere dayanan bir kavram, kolay kolay tarife sığmaz. Fakat, sanatın değişmeyen bazı nitelikleri, kuralları vardır ki, bunları bilmekle, sanatın ne olduğu üzerinde de bir fikir edinmiş sayılırız.
Meselâ sanatta ölçü vardır; çerçeve vardır; bir sanat eserini ortaya getiren bölümler arasında bağlar ve bu bağların sağladığı bir devamlılık, bir bütünlük vardır. Sanat eserinin bölümleri arasında denge ve uyum (ahenk) vardır; ve genel olarak, bir sanat eserinde bu denge ve uyumu bozacak hiçbir unsur bulunmamasını gözeten kompozisyon vardır.
Bunlar, sanatın biçimle ilgili nitelikleri...
Sanatta biçim ve öz diye kesin bir ikilik düşünmek doğru olmaz ama, sanatın bir de, bu biçimi vasıta edinen özü vardır.
Doğrudan doğruya şuurumuza hitab ederek anlatılmak istenen birçok şeyleri anlıyamayız. Sanat, şuurumuzun kapılarını kapalı bulursa, altşuurumuzdan bize hitab eder; duyuş ve anlayışımızın el birliği yapmasını, öylelikle, akla, mantığa, hesaba vurması güç birçok şeyleri kavramamızı sağlar.
Sanat bu görevini, öz ve biçim uyuştuğu ölçüde başarır.
* * *
Diyelim ki, sanatçıların, şuurlu bir şekilde sosyal meseleleri düşünmedikleri, yalnız sanat için, hattâ yalnız kendileri için yarattıkları bir toplumda yaşıyoruz.
Öyle iken bile sanat, sırf yukarıda belirttiğimiz niteliklerile topluma faydalı olacaktır.
Çünkü sanat zevki gelişmiş bir toplumda, sanata hâkim olan kurallar, zamanla, kişilerin yaşama tarzına da hâkim olur.
* * *
Osmanlı çağında İstanbul neden o kadar güzelmiş? Cumhuriyet çağında İstanbul’un yeni mahalleleri ve Ankara neden bu kadar çirkindir?
Osmanlı çağının kökleşmiş ve yaygın bir sanatı vardı. Bir, Osmanlıların çinilerine, minyatürlerine, süs yazılarına, bir de eski İstanbul’un binalarına, anıtlarına, yerli döşemelerine bakın: Ne kadar birbirlerine uymuşlardır! O çağın yalnız aydınlara değil, bütün şehirler halkına hitap eden, bütün halkın zevkini okşayan bir sanatı varmış. O sanatla, o çağın, yaşama tarzı, giyim kuşamı, oturup kalkışı, birbirlerine karşılıklı tesir ede ede, bir arada gelişmişler.
O iki burnu kalkık uzun kayıklara, Boğaziçinin ay ışığında, elbette alaturka musikî yaraşırmış. Kafesli pencerelere elbette yaşmaklı feraceli, yüzden; duvarlardaki kıvrımlı, akıcı yazılara, çarşaflı, cübbeli insanlar yaraşırmış.
Kısacası, Osmanlı çağında, biçim ve öz, yaşama tarzı ve hayat görüşü, birbirine uymuştu, ve bu uyumun düğüm noktası o çağın sanatındaydı.
***
Otuz yıldır bu yurtta yeni bir hayat yoluna girdik. Eski yolumuz çıkmaza varmıştı. Mesele, eski yolumuzla yeni bir yol arasında değil, ölmek, yok olmakla, yeni bir yol arasında seçme yapmaktı.
Kendi doğal kabiliyetlerimizi, çağdaş dünyanın gereklerine göre ancak bu yolda değerlendirebilecektik.
Fakat, bu yeni yolun bizi götürdüğü hayat tarzına henüz ne yaşayışımızla, ne çalışmamızla, ne düşüncelerimizle, ne de zevkimizle tam uyabilmiş değiliz.
Paraya ve ağır endüstriye bağlı olmıyan bir çok işlerin henüz yurdumuzda başarılamaması bundandır.
Her türlü imkânlarla kurulmasına başlanan Ankara’nın bu kadar çirkin bir şehir olup çıkışı; evlerimizde döşemenin yerine oturamayışı, bundandır. Ve bunun için, sokaklarda bir çoğumuz hâlâ, sırtımızda cübbe, ayağımızda şalvar, elimizde tespih varmış, ve hayatın temposu bir Şark şehrindeki kadar yavaşmış gibi, ağır ağır sallana sallana yürürüz.
30 yıl gerçi kısa zaman. Bu kadar zamanda bundan çoğu beklenemezdi, denebilir. Ama bizim, bir batı devleti olmak isterken, olağanın üstünde bir hızla kendimizi yeni seçtiğimiz hayata uydurmamız gerek! Bir kestirme yol bulmalıyız.
Bu kestirme yol, olsa olsa sanattır.
Batı dünyasının yaşama tarzı ile beraber benimsemeye çalıştığımız sanatını yurdumuzda ne kadar çabuk yayar ve kökleştirirsek, yeni hayatımızın gerektirdiği gibi düşünmemiz, duymamız ve yaşamamız da o kadar çabuk sağlanmış olacaktır.
Kulaklarımızı Batı müziğine göre ayarlayabildiğimiz, alaturkadan eskisi gibi tad alamaz duruma geldiğimiz zaman, sokakta yürüyüşümüz de hızlanacaktır. Akşam üstü işten çıktık mı kahvelerden, meyhanelerden alaturka musikî taşıp içimize karalar bastırmayacak, bizi yaşamaya daha çok bağlanmaktan, bizi daha çok çalışmaktan alıkoyamayacaktır.
Pazar günleri radyomuzdan bir fasıl, bir içli gazel yerine, bir sonat, bir senfoni yükselirse, şimdi akşamlara kadar sırtımızdan çıkaramadığımız pijama bizi rahatsız etmeye başlıyacaktır.
Batının resim sanatından orta bir Batılı kadar tad almaya başladığımız zaman, Ankra’nın modern dediğimiz binalarındaki çirkinlik, bu binaların çizgilerindeki nisbetsizlik, renklerindeki uyuşmazlık, gözümüze batacaktır. Daha güzel evlerde, daha güzel şehirlerde yaşama ihtiyacı içimizi dolduracaktır. Kalfa mimarlığı sona erecektir.
Tarih çerçevesi içinde üstünlüğünü ne kadar takdir edersek edelim, eski hayatımızla beraber eski sanatımız da kapanmış olmalıdır.
Yeni hayatımızla beraber bu yeni hayatın da sanatını benimsemeliyiz.
Bu yeni hayatın çeşitli bölümleri arasında nasıl bağlar kurup bir devamlılık, bir bütünlük sağlanabileceğini; bu yeni hayatın ölçüsünü nasıl bulabileceğimizi; bu yeni hayatın çerçevesi içinde, düşüncemizi, duygularımızı, yaşayış ve çalışımızı nasıl denkleştirip uyuşturabileceğimizi, kısacası, yurdumuzda bu çağa uygun bir hayat kompozisyonunu nasıl kurabileceğimizi, bize en iyi, en çabuk öğretecek olan, bu hayat tarzının sanatıdır.
Sanat yoluyla devrimlerimiz alt-şuurumuza işlemek imkânını elde etmiş olacaktır.
Devrimlerimizin düğüm noktasını sanatta bulacağız.
21 Haziran 1953
SANAT KONULARI
Sanat ve devrimlerimiz
Yazan: Bülend Ecevit
SONU gelmeyen bir tartışma komşu vardır: Sanat sanat için mi olmalı, toplum için mi? Yahut, sanatın fayda gözetmesi gerekir mi, gerekmez mi?
Böyle bir tartışmaya girişmek, sanatın faydasız da olabileceğini kabul etmektir.
Sanat faydasız olabilir mi?
Bu soruyu cevaplandırabilmek için sanatın ne olduğu üzerinde durmalıyız. Sanat şudur, budur diye tarifler bulması güçtür. Duygu güzellik ölçüsü gibi, kişiden kişiye değişir temellere dayanan bir kavram, kolay kolay tarife sığmaz. Fakat, sanatın değişmeyen bazı nitelikleri, kuralları vardır ki, bunları bilmekle, sanatın ne olduğu üzerinde de bir fikir edinmiş sayılırız.
Meselâ sanatta ölçü vardır; çerçeve vardır; bir sanat eserini ortaya getiren bölümler arasında bağlar ve bu bağların sağladığı bir devamlılık, bir bütünlük vardır. Sanat eserinin bölümleri arasında denge ve uyum (ahenk) vardır; ve genel olarak, bir sanat eserinde bu denge ve uyumu bozacak hiçbir unsur bulunmamasını gözeten kompozisyon vardır.
Bunlar, sanatın biçimle ilgili nitelikleri...
Sanatta biçim ve öz diye kesin bir ikilik düşünmek doğru olmaz ama, sanatın bir de, bu biçimi vasıta edinen özü vardır.
Doğrudan doğruya şuurumuza hitab ederek anlatılmak istenen birçok şeyleri anlıyamayız. Sanat, şuurumuzun kapılarını kapalı bulursa, altşuurumuzdan bize hitab eder; duyuş ve anlayışımızın el birliği yapmasını, öylelikle, akla, mantığa, hesaba vurması güç birçok şeyleri kavramamızı sağlar.
Sanat bu görevini, öz ve biçim uyuştuğu ölçüde başarır.
* * *
Diyelim ki, sanatçıların, şuurlu bir şekilde sosyal meseleleri düşünmedikleri, yalnız sanat için, hattâ yalnız kendileri için yarattıkları bir toplumda yaşıyoruz.
Öyle iken bile sanat, sırf yukarıda belirttiğimiz niteliklerile topluma faydalı olacaktır.
Çünkü sanat zevki gelişmiş bir toplumda, sanata hâkim olan kurallar, zamanla, kişilerin yaşama tarzına da hâkim olur.
* * *
Osmanlı çağında İstanbul neden o kadar güzelmiş? Cumhuriyet çağında İstanbul’un yeni mahalleleri ve Ankara neden bu kadar çirkindir?
Osmanlı çağının kökleşmiş ve yaygın bir sanatı vardı. Bir, Osmanlıların çinilerine, minyatürlerine, süs yazılarına, bir de eski İstanbul’un binalarına, anıtlarına, yerli döşemelerine bakın: Ne kadar birbirlerine uymuşlardır! O çağın yalnız aydınlara değil, bütün şehirler halkına hitap eden, bütün halkın zevkini okşayan bir sanatı varmış. O sanatla, o çağın, yaşama tarzı, giyim kuşamı, oturup kalkışı, birbirlerine karşılıklı tesir ede ede, bir arada gelişmişler.
O iki burnu kalkık uzun kayıklara, Boğaziçinin ay ışığında, elbette alaturka musikî yaraşırmış. Kafesli pencerelere elbette yaşmaklı feraceli, yüzden; duvarlardaki kıvrımlı, akıcı yazılara, çarşaflı, cübbeli insanlar yaraşırmış.
Kısacası, Osmanlı çağında, biçim ve öz, yaşama tarzı ve hayat görüşü, birbirine uymuştu, ve bu uyumun düğüm noktası o çağın sanatındaydı.
***
Otuz yıldır bu yurtta yeni bir hayat yoluna girdik. Eski yolumuz çıkmaza varmıştı. Mesele, eski yolumuzla yeni bir yol arasında değil, ölmek, yok olmakla, yeni bir yol arasında seçme yapmaktı.
Kendi doğal kabiliyetlerimizi, çağdaş dünyanın gereklerine göre ancak bu yolda değerlendirebilecektik.
Fakat, bu yeni yolun bizi götürdüğü hayat tarzına henüz ne yaşayışımızla, ne çalışmamızla, ne düşüncelerimizle, ne de zevkimizle tam uyabilmiş değiliz.
Paraya ve ağır endüstriye bağlı olmıyan bir çok işlerin henüz yurdumuzda başarılamaması bundandır.
Her türlü imkânlarla kurulmasına başlanan Ankara’nın bu kadar çirkin bir şehir olup çıkışı; evlerimizde döşemenin yerine oturamayışı, bundandır. Ve bunun için, sokaklarda bir çoğumuz hâlâ, sırtımızda cübbe, ayağımızda şalvar, elimizde tespih varmış, ve hayatın temposu bir Şark şehrindeki kadar yavaşmış gibi, ağır ağır sallana sallana yürürüz.
30 yıl gerçi kısa zaman. Bu kadar zamanda bundan çoğu beklenemezdi, denebilir. Ama bizim, bir batı devleti olmak isterken, olağanın üstünde bir hızla kendimizi yeni seçtiğimiz hayata uydurmamız gerek! Bir kestirme yol bulmalıyız.
Bu kestirme yol, olsa olsa sanattır.
Batı dünyasının yaşama tarzı ile beraber benimsemeye çalıştığımız sanatını yurdumuzda ne kadar çabuk yayar ve kökleştirirsek, yeni hayatımızın gerektirdiği gibi düşünmemiz, duymamız ve yaşamamız da o kadar çabuk sağlanmış olacaktır.
Kulaklarımızı Batı müziğine göre ayarlayabildiğimiz, alaturkadan eskisi gibi tad alamaz duruma geldiğimiz zaman, sokakta yürüyüşümüz de hızlanacaktır. Akşam üstü işten çıktık mı kahvelerden, meyhanelerden alaturka musikî taşıp içimize karalar bastırmayacak, bizi yaşamaya daha çok bağlanmaktan, bizi daha çok çalışmaktan alıkoyamayacaktır.
Pazar günleri radyomuzdan bir fasıl, bir içli gazel yerine, bir sonat, bir senfoni yükselirse, şimdi akşamlara kadar sırtımızdan çıkaramadığımız pijama bizi rahatsız etmeye başlıyacaktır.
Batının resim sanatından orta bir Batılı kadar tad almaya başladığımız zaman, Ankra’nın modern dediğimiz binalarındaki çirkinlik, bu binaların çizgilerindeki nisbetsizlik, renklerindeki uyuşmazlık, gözümüze batacaktır. Daha güzel evlerde, daha güzel şehirlerde yaşama ihtiyacı içimizi dolduracaktır. Kalfa mimarlığı sona erecektir.
Tarih çerçevesi içinde üstünlüğünü ne kadar takdir edersek edelim, eski hayatımızla beraber eski sanatımız da kapanmış olmalıdır.
Yeni hayatımızla beraber bu yeni hayatın da sanatını benimsemeliyiz.
Bu yeni hayatın çeşitli bölümleri arasında nasıl bağlar kurup bir devamlılık, bir bütünlük sağlanabileceğini; bu yeni hayatın ölçüsünü nasıl bulabileceğimizi; bu yeni hayatın çerçevesi içinde, düşüncemizi, duygularımızı, yaşayış ve çalışımızı nasıl denkleştirip uyuşturabileceğimizi, kısacası, yurdumuzda bu çağa uygun bir hayat kompozisyonunu nasıl kurabileceğimizi, bize en iyi, en çabuk öğretecek olan, bu hayat tarzının sanatıdır.
Sanat yoluyla devrimlerimiz alt-şuurumuza işlemek imkânını elde etmiş olacaktır.
Devrimlerimizin düğüm noktasını sanatta bulacağız.
Koleksiyon
Alıntı
“Sanat ve Devrimlerimiz,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 14 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/8 ulaşıldı.