Akçakoca 4: Deniz...
Başlık:
Akçakoca 4: Deniz...
Kaynak:
Ulus, "Günün Işığında", Sayı: 11741, s. 1
Tarih:
1955-08-30
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/29
Metin:
GÜNÜN Işığında
AKÇAKOCA:4
DENİZ...
Bizim tuttuğumuz iki oda bir koridorlu evin karyolalarla esvap asacak çivilerden başka döşemesi yoktu, iki odası da yağan yağmurlardan göl olduğu için oturulmaz hale gelmişti ama, genişçe koridorunun denize bakan bir penceresi vardı.
Yağmurdan kahveye kadar bile gidemiyecek olursak, bu pencerenin önüne birer portakal sandığı çekip oturuyor, denizi seyrediyorduk. Bir saat... iki saat... yağmur ne kadar sürerse o kadar.
Sıkılmıyorduk. Bıkmıyorduk. Bir iş yapmak istemiyorduk. Uykumuz bile gelmiyordu. Belki düşünmüyorduk bile.
Denizde hep bir şeyler olacak gibiydi. Dalgalardan her biri açıkta bir başka türlü kopup bir başka türlü vuruyordu kıyıya. Sürekli bir oluştu fırtınalı deniz, ne başı vardı ne sonu...
Kıyıdan bir şeyler koparmak, alıp götürmek ister gibiydi.
Eskiden erkekleri götürürmüş... götürür de getirmez...
Fındık yetiştirmeğe başlamadan önce Akçakocalının işi gemicilikmiş. Erkekler, bazan bir ailenin bütün erkekleri birden, denizde can verir, onun için de o çağlarda «Akçakocada erkek mezarı yoktur» denirmiş.
Böyle fırtınalı günlerde, atalarını götürüp de getirmiyen Karadeniz'i, Akçakocallar şimdi kıyı boyunca dizilmiş kahvelerin buğulu camlarından seyrediyorlar.
*
Akçakocalının hâli vakti yerinde bugün. Yılın 11 ayı işsiz. Birçok yerlerde parayla işsizliğin birleşmesinden doğan kötülüklerinse hiçbiri yok Akçakoca'da... Herkesin içi her gün denizle yıkanırmış gibi temiz.
Paraları vardı, vakitleri vardı da neden bu güzel kasabada düzgün yollar açmaz, kendilerine oturacak daha güzel evler yapmaz, yeni işlere girişip de hem kendi hayatlarını hem kasabalarını kalkındırmazdılar?
Tavanından gömleğime yağan yağmur suları damlıyan çırılçıplak bir evde, bir portakal sandığına oturup da denizi seyrederken, bu soruyu, kendi kendimi aldatmadan cevaplandırabilmek çok zordu.
Çünkü bir Akçakocalı gelse de deseydi ki bana:
-Bir yana dünyanın bütün refahını, bütün rahatlığını, maddî ve manevî bütün hazlarını koysam, bir yana da şu karşındaki fırtınalı Karadeniz'i, hangisini seçersin?
-Denizi! derdim.
Ve maalesef dâvayı sen kazanırdın Akçakocalı ...Ben de seve seve yenilirdim.
Bizim yurdumuz fazla güzel. Belki lüzumundan fazla güzel... Bazan insan eliyle hiçbir şey eklenmeden de insanı doyuracak, insana yaşamanın bütün hazzını duyuracak kadar güzel.
Fakat bu böyle olmaz diyordum. Hayalimde bir Akçakocalının bana sorduğu ve benim «Deniz!» den başka verecek cevap bulamadığım soruyu duymazlıktan geliyor, bu güzellik, bu deniz, bu her an kendiliğinden oluş yetmez insana... Yetmemeli!. İnsan hiçbir şeyle yetinememeli, diyordum.
*
Buğulu camlarından deniz görünen kahveleri kadar bol bir şeyi daha var Akçakoca'nın: Berber dükkânları... Bir adım başında bir kahvehaneyse, öbür adım başında bir berber dükkânı.. Hepsi de günün ve akşamın her saatinde, sakal tıraşı olanlarla dolu.
Bu kadarı da fazlaydı artık. İnsan hiç değilse tıraşını kendi olurdu!
Hayalimde beni mat eden Akçakocalıyı bir kahvede sahiden kıstırıp öc almayı aklıma koydum.
12 ayın 11 ini boş geçiren gençlerden birine sordum nihayet:
— Neden bu kadar çok berber dükkânı var Akçakoca'da? Turistler için mi, yoksa kasabanın kendi ihtiyacı mı bu?
Güldü Akçakocalı:
— Demek göze çarpacak kadar çok! dedi.
— Öyle değil mi? dedim.
— Öyle! dedi... Ama turistler için değil... Kasabanın kendi ihtiyacı!
Nihayet kendi ağzıyla itiraf ettirecektim işte:
— Niçin? diye sordum.
— Çünkü, diye güldü Akçakocalı... Biz traş olmağa bile üşeniriz!
Zaferimden hoşnut, kendi kendime «işte itiraf etti» dedim.
Ama karşımda gözleri hâlâ gülen Akçakocalı hiç de yenilmişe benzemiyordu.
*
Sabah, kafamın içinde denizin çağırısiyle uyandığımda, artık denizden başka hiçbir şey istemez buldum kendimi. Bu deniz sesi oldukça kulaklarımda, başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz gibiydim. Refahın en büyüğü, zenginliklerin en çoğu, gece gündüz bu sesi duyabilmek, ya pencerenin önüne bir portakal sandığı çekip ya da bir kahvenin buğulu camları ardına oturup bu denize bakabilmekti.
Hiçbir şey yapmak gelmiyordu içimden... Ömrümde ilk defa tıraş bile olmak istemiyordum. Tıraş makinamı bıraktım elimden, havluyu bir portakal sandığının üstüne attım. Dışarı çıktım. Hafif çiseliyen yağmurun ıslak sıcaklığı değdi yüzüme. Köşeye kadar yürüdüm. Daha bütün dükkânlar kapalıydı ama, köşedeki berber açılmıştı. Girip aynanın önüne oturdum.
— Efendim? dedi berber.
— Sakal tıraşı! dedim.
Bülent ECEVİT
AKÇAKOCA:4
DENİZ...
Bizim tuttuğumuz iki oda bir koridorlu evin karyolalarla esvap asacak çivilerden başka döşemesi yoktu, iki odası da yağan yağmurlardan göl olduğu için oturulmaz hale gelmişti ama, genişçe koridorunun denize bakan bir penceresi vardı.
Yağmurdan kahveye kadar bile gidemiyecek olursak, bu pencerenin önüne birer portakal sandığı çekip oturuyor, denizi seyrediyorduk. Bir saat... iki saat... yağmur ne kadar sürerse o kadar.
Sıkılmıyorduk. Bıkmıyorduk. Bir iş yapmak istemiyorduk. Uykumuz bile gelmiyordu. Belki düşünmüyorduk bile.
Denizde hep bir şeyler olacak gibiydi. Dalgalardan her biri açıkta bir başka türlü kopup bir başka türlü vuruyordu kıyıya. Sürekli bir oluştu fırtınalı deniz, ne başı vardı ne sonu...
Kıyıdan bir şeyler koparmak, alıp götürmek ister gibiydi.
Eskiden erkekleri götürürmüş... götürür de getirmez...
Fındık yetiştirmeğe başlamadan önce Akçakocalının işi gemicilikmiş. Erkekler, bazan bir ailenin bütün erkekleri birden, denizde can verir, onun için de o çağlarda «Akçakocada erkek mezarı yoktur» denirmiş.
Böyle fırtınalı günlerde, atalarını götürüp de getirmiyen Karadeniz'i, Akçakocallar şimdi kıyı boyunca dizilmiş kahvelerin buğulu camlarından seyrediyorlar.
*
Akçakocalının hâli vakti yerinde bugün. Yılın 11 ayı işsiz. Birçok yerlerde parayla işsizliğin birleşmesinden doğan kötülüklerinse hiçbiri yok Akçakoca'da... Herkesin içi her gün denizle yıkanırmış gibi temiz.
Paraları vardı, vakitleri vardı da neden bu güzel kasabada düzgün yollar açmaz, kendilerine oturacak daha güzel evler yapmaz, yeni işlere girişip de hem kendi hayatlarını hem kasabalarını kalkındırmazdılar?
Tavanından gömleğime yağan yağmur suları damlıyan çırılçıplak bir evde, bir portakal sandığına oturup da denizi seyrederken, bu soruyu, kendi kendimi aldatmadan cevaplandırabilmek çok zordu.
Çünkü bir Akçakocalı gelse de deseydi ki bana:
-Bir yana dünyanın bütün refahını, bütün rahatlığını, maddî ve manevî bütün hazlarını koysam, bir yana da şu karşındaki fırtınalı Karadeniz'i, hangisini seçersin?
-Denizi! derdim.
Ve maalesef dâvayı sen kazanırdın Akçakocalı ...Ben de seve seve yenilirdim.
Bizim yurdumuz fazla güzel. Belki lüzumundan fazla güzel... Bazan insan eliyle hiçbir şey eklenmeden de insanı doyuracak, insana yaşamanın bütün hazzını duyuracak kadar güzel.
Fakat bu böyle olmaz diyordum. Hayalimde bir Akçakocalının bana sorduğu ve benim «Deniz!» den başka verecek cevap bulamadığım soruyu duymazlıktan geliyor, bu güzellik, bu deniz, bu her an kendiliğinden oluş yetmez insana... Yetmemeli!. İnsan hiçbir şeyle yetinememeli, diyordum.
*
Buğulu camlarından deniz görünen kahveleri kadar bol bir şeyi daha var Akçakoca'nın: Berber dükkânları... Bir adım başında bir kahvehaneyse, öbür adım başında bir berber dükkânı.. Hepsi de günün ve akşamın her saatinde, sakal tıraşı olanlarla dolu.
Bu kadarı da fazlaydı artık. İnsan hiç değilse tıraşını kendi olurdu!
Hayalimde beni mat eden Akçakocalıyı bir kahvede sahiden kıstırıp öc almayı aklıma koydum.
12 ayın 11 ini boş geçiren gençlerden birine sordum nihayet:
— Neden bu kadar çok berber dükkânı var Akçakoca'da? Turistler için mi, yoksa kasabanın kendi ihtiyacı mı bu?
Güldü Akçakocalı:
— Demek göze çarpacak kadar çok! dedi.
— Öyle değil mi? dedim.
— Öyle! dedi... Ama turistler için değil... Kasabanın kendi ihtiyacı!
Nihayet kendi ağzıyla itiraf ettirecektim işte:
— Niçin? diye sordum.
— Çünkü, diye güldü Akçakocalı... Biz traş olmağa bile üşeniriz!
Zaferimden hoşnut, kendi kendime «işte itiraf etti» dedim.
Ama karşımda gözleri hâlâ gülen Akçakocalı hiç de yenilmişe benzemiyordu.
*
Sabah, kafamın içinde denizin çağırısiyle uyandığımda, artık denizden başka hiçbir şey istemez buldum kendimi. Bu deniz sesi oldukça kulaklarımda, başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz gibiydim. Refahın en büyüğü, zenginliklerin en çoğu, gece gündüz bu sesi duyabilmek, ya pencerenin önüne bir portakal sandığı çekip ya da bir kahvenin buğulu camları ardına oturup bu denize bakabilmekti.
Hiçbir şey yapmak gelmiyordu içimden... Ömrümde ilk defa tıraş bile olmak istemiyordum. Tıraş makinamı bıraktım elimden, havluyu bir portakal sandığının üstüne attım. Dışarı çıktım. Hafif çiseliyen yağmurun ıslak sıcaklığı değdi yüzüme. Köşeye kadar yürüdüm. Daha bütün dükkânlar kapalıydı ama, köşedeki berber açılmıştı. Girip aynanın önüne oturdum.
— Efendim? dedi berber.
— Sakal tıraşı! dedim.
Bülent ECEVİT
Koleksiyon
Alıntı
“Akçakoca 4: Deniz...,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 23 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/463 ulaşıldı.