Ölümü Üzerine: M.Ş.E.'ye Dair
Başlık:
Ölümü Üzerine: M.Ş.E.'ye Dair
Kaynak:
Ulus, "Sanat Köşesi", s. 6
Tarih:
1952-05-20
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/21
Metin:
Ölümü üzerine:
M, Ş, E'YE DAİR
Yazan: Bülent ECEVİT
1942 de yapılan bir edebiyat müsabakası "Ayaşlı ve Kiracıları" adında unutulmuş bir eski romanı bilenlere yeniden hatırlatıncaya, hiç bilmeyen genç nesle de ilk duyuruncaya kadar - Memduh Şevket Esendal diye bir muhterem siyaset adamını tanıyanlar çoktu ama -, M.Ş.E. imzalı büyük hikâyecimiz bulunduğundan kaç kişi haberdardı?
O zamana kadar, genç neslin, Türk hikâyeciliğinde yeni bir çığır açtığını sanırdık. Bu çığırın köklerini de öncülerini de genç nesilde, yahut yabancı edebiyatlarda arardık.
Oysa ki bizim yeni sandığımız hikâye tarzı, daha Cumhuriyetten önce, M.Ş.E. ile başlamıştı. Başlamıştı da genç nesil o imzadan aldığı meş'aleyi daha ilerilere mi götürmüştü? Hayır!.. Genç nesil, M.Ş.E. nin meş'alesine erişememişti henüz; ona doğru ilerliyordu.
Yıllarca kapalı kalmış bir pınar, 1941 den sonra açıldı. Önce bize, 1916 dan bu yana yakılmış eski hikâyelerini sundu. Yeni ortaya çıkan bir mahzenin yıllanmış şaraplarını bulmuş gibi sarhoş olduk. Doyamadık!. M. Ş. E. lûtfetti, bizler için daha sık yazmaya, yazdıklarını da yayınlamaya başladı. "Lûtfetti", derim, çünkü belki de yalnız kendisi için yazmak istiyordu. Gerçek edebiyata susamış bir nesilden yıllarca kendini mahrum bırakmak başka neden olabilirdi?
Yahut belki de zevklerin, o türlü hikâyelerden tad alabilecek kadar olgunlaşmasını beklemişti.
*
Memduh Şevket Esendal, memleketinin halkına, toprağına bağlı bir yazardı. Hikâyelerinde memleketimizin insanları bütün zekâ ve iyilikleriyle, bütün zayıflık ve sevimli tuhaflıklariyle yaşarlar. Onun gibi, ömrünün ikinci yarısını yüksek mevkilerde geçirmiş bir insan, halkı, halk kütlesinin içindeki mütevazî fertlerin dertlerini, yaşayışını ne kadar kolaylıkla unutabilirdi! Fakat M.Ş.E. unutmamıştı!
Değil unutmak, onların hayatını günü gününe takibediyor olmalıydı. 1942 de yazdığı "Haşmet Gülkokan" hikâyesini başka nasıl izah edebiliriz? Haşmet Gülkokan'ı, Ankara'nın belki en kenar mahallesinde oturan bu belki en küçük memuru, M.Ş.E. avcunun içi gibi biliyordu.
M.Ş.E. nin, memurlar, resmî daireler üzerine yazılmış birçok hikâyeleri vardır. Can damarı bürokrasi olan memleketimizin nice dertleri, bu hikâyelerde önümüze serilir. Osmanlı bürokrasisinden nelerin hâlâ kanımızda yaşadığını, bu hikâyeler bize gösterir.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni bir hayat tarzına hazırlanan halkımızın hâlini, duygunlarını da onun kadar anlayışlı bir realizmle anlatabilmiş bir yazarımız daha var mıdır? Olsa olsa bir de Yakup Kadri Karaosmanoğlu; o kadar!
Zamanımızın konuya dayanmayan, müşahedeci ve tahlilci hikâye tarzını, M.Ş.E. en ileri götürmüştü.
Birkaç yıl öncesine kadar Ulus'ta çıkan son hikâyelerinden konu o kadar silinmişti ki, sonu nereye varacak diye düşünmekten kendimi alamazdım. M.Ş.E., yaşına rağmen, en dinç hikâyecimizdi. Durmak bilmiyor, hep ilerliyordu.
Konunun büsbütün silindiği hikâyelerine, derken, bir masal havası gelmeye başladı. Artık çocukluk hatıralarına gözlerini çeviren yaşlı yazar, hâlâ dinç, hâlâ realistti. Ama gerçek hayatın, gündelik hayatın içinde, masallardaki gibi bir lirizm buluyordu. O son hikâyelerinden öyleleri vardı ki insanın alıp, yatağı başında bir çocuğa okuyası gelirdi. Gerçek hayatın, bazan hor gördüğümüz gündelik hayatın, masalları andırır bir tarafını bulup çıkarmak az hizmet midir insanlara?.. İnsanları hayata ve birbirlerine en çok bağlayan, hikayenin öylesidir. Bunu bizde bir M.Ş.E. yapardı, bir de Sait Faik yapıyor.
Hikâyecilerimizin hâlâ en zayıf tarafı olan mizah da, M.Ş.E. nin hikâyelerinde, en güzel, en iyi yürekli hâliyle vardır .Bu mizahın dozu, hiçbir zaman, hikâyeleri hafifletecek dereceyi bulmamıştır.
*
Öz Türkçeyi küçümseyenlere, edebiyata yakışmaz sananlara, uydurma, yapmacık sananlara, M.Ş.E. nin 1916 larda, 1920 lerde yazdığı hikâyeleri salık veririm. Türkçenin o kadar özü, öz Türkçenin de o kadar temizi, bu gün başka hiçbir hikâyecimizde yoktur. En öz Türkçeci yeni nesil hikâyecilerimizin dili, M.Ş.E. nin 1916 da yazdığı bir hikâyedeki dil yanında eski kalır. Çalışsak çoğumuz o kadar öz Türkçe yazabiliriz. Ama özendiğimiz, kendimizi sıktığımız belli olur. Halbuki, alın M.Ş.E. nin bir hikâyesini ,sonuna kadar okuyun, onun öz Türkçe yazdığını bile anlamazsınız. O kadar ustalıkla, o kadar kendiliğinden yapar bunu. Son hikâyelerinde de ilk hikâyelerinde de, Osmanlıca kelimeler sayılıdır. Olduğu kadarını da, konuşmalarda realist kalmak kaygısı ile kullanmıştır.
Öz Türkçeye inananların da Osmanlıcaya bağlı kalanların da M.Ş.E. den alacakları çok ders vardır.
*
M.Ş.E. nin öldüğüne, ben, genç neslin kendi hâlinde bir yazarı olarak yakınıyorum. Dostlarının nasıl üzüldüklerini tahmin etmeye ise, yaşına, sıhhatinin bozukluğuna rağmen heybetli kalmış, sözü yazısı kadar tatli o sevimli ihtiyarı birkaç defa görmüş, ağzından üç-beş kelime iştimiş olmak yeter!
M, Ş, E'YE DAİR
Yazan: Bülent ECEVİT
1942 de yapılan bir edebiyat müsabakası "Ayaşlı ve Kiracıları" adında unutulmuş bir eski romanı bilenlere yeniden hatırlatıncaya, hiç bilmeyen genç nesle de ilk duyuruncaya kadar - Memduh Şevket Esendal diye bir muhterem siyaset adamını tanıyanlar çoktu ama -, M.Ş.E. imzalı büyük hikâyecimiz bulunduğundan kaç kişi haberdardı?
O zamana kadar, genç neslin, Türk hikâyeciliğinde yeni bir çığır açtığını sanırdık. Bu çığırın köklerini de öncülerini de genç nesilde, yahut yabancı edebiyatlarda arardık.
Oysa ki bizim yeni sandığımız hikâye tarzı, daha Cumhuriyetten önce, M.Ş.E. ile başlamıştı. Başlamıştı da genç nesil o imzadan aldığı meş'aleyi daha ilerilere mi götürmüştü? Hayır!.. Genç nesil, M.Ş.E. nin meş'alesine erişememişti henüz; ona doğru ilerliyordu.
Yıllarca kapalı kalmış bir pınar, 1941 den sonra açıldı. Önce bize, 1916 dan bu yana yakılmış eski hikâyelerini sundu. Yeni ortaya çıkan bir mahzenin yıllanmış şaraplarını bulmuş gibi sarhoş olduk. Doyamadık!. M. Ş. E. lûtfetti, bizler için daha sık yazmaya, yazdıklarını da yayınlamaya başladı. "Lûtfetti", derim, çünkü belki de yalnız kendisi için yazmak istiyordu. Gerçek edebiyata susamış bir nesilden yıllarca kendini mahrum bırakmak başka neden olabilirdi?
Yahut belki de zevklerin, o türlü hikâyelerden tad alabilecek kadar olgunlaşmasını beklemişti.
*
Memduh Şevket Esendal, memleketinin halkına, toprağına bağlı bir yazardı. Hikâyelerinde memleketimizin insanları bütün zekâ ve iyilikleriyle, bütün zayıflık ve sevimli tuhaflıklariyle yaşarlar. Onun gibi, ömrünün ikinci yarısını yüksek mevkilerde geçirmiş bir insan, halkı, halk kütlesinin içindeki mütevazî fertlerin dertlerini, yaşayışını ne kadar kolaylıkla unutabilirdi! Fakat M.Ş.E. unutmamıştı!
Değil unutmak, onların hayatını günü gününe takibediyor olmalıydı. 1942 de yazdığı "Haşmet Gülkokan" hikâyesini başka nasıl izah edebiliriz? Haşmet Gülkokan'ı, Ankara'nın belki en kenar mahallesinde oturan bu belki en küçük memuru, M.Ş.E. avcunun içi gibi biliyordu.
M.Ş.E. nin, memurlar, resmî daireler üzerine yazılmış birçok hikâyeleri vardır. Can damarı bürokrasi olan memleketimizin nice dertleri, bu hikâyelerde önümüze serilir. Osmanlı bürokrasisinden nelerin hâlâ kanımızda yaşadığını, bu hikâyeler bize gösterir.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni bir hayat tarzına hazırlanan halkımızın hâlini, duygunlarını da onun kadar anlayışlı bir realizmle anlatabilmiş bir yazarımız daha var mıdır? Olsa olsa bir de Yakup Kadri Karaosmanoğlu; o kadar!
Zamanımızın konuya dayanmayan, müşahedeci ve tahlilci hikâye tarzını, M.Ş.E. en ileri götürmüştü.
Birkaç yıl öncesine kadar Ulus'ta çıkan son hikâyelerinden konu o kadar silinmişti ki, sonu nereye varacak diye düşünmekten kendimi alamazdım. M.Ş.E., yaşına rağmen, en dinç hikâyecimizdi. Durmak bilmiyor, hep ilerliyordu.
Konunun büsbütün silindiği hikâyelerine, derken, bir masal havası gelmeye başladı. Artık çocukluk hatıralarına gözlerini çeviren yaşlı yazar, hâlâ dinç, hâlâ realistti. Ama gerçek hayatın, gündelik hayatın içinde, masallardaki gibi bir lirizm buluyordu. O son hikâyelerinden öyleleri vardı ki insanın alıp, yatağı başında bir çocuğa okuyası gelirdi. Gerçek hayatın, bazan hor gördüğümüz gündelik hayatın, masalları andırır bir tarafını bulup çıkarmak az hizmet midir insanlara?.. İnsanları hayata ve birbirlerine en çok bağlayan, hikayenin öylesidir. Bunu bizde bir M.Ş.E. yapardı, bir de Sait Faik yapıyor.
Hikâyecilerimizin hâlâ en zayıf tarafı olan mizah da, M.Ş.E. nin hikâyelerinde, en güzel, en iyi yürekli hâliyle vardır .Bu mizahın dozu, hiçbir zaman, hikâyeleri hafifletecek dereceyi bulmamıştır.
*
Öz Türkçeyi küçümseyenlere, edebiyata yakışmaz sananlara, uydurma, yapmacık sananlara, M.Ş.E. nin 1916 larda, 1920 lerde yazdığı hikâyeleri salık veririm. Türkçenin o kadar özü, öz Türkçenin de o kadar temizi, bu gün başka hiçbir hikâyecimizde yoktur. En öz Türkçeci yeni nesil hikâyecilerimizin dili, M.Ş.E. nin 1916 da yazdığı bir hikâyedeki dil yanında eski kalır. Çalışsak çoğumuz o kadar öz Türkçe yazabiliriz. Ama özendiğimiz, kendimizi sıktığımız belli olur. Halbuki, alın M.Ş.E. nin bir hikâyesini ,sonuna kadar okuyun, onun öz Türkçe yazdığını bile anlamazsınız. O kadar ustalıkla, o kadar kendiliğinden yapar bunu. Son hikâyelerinde de ilk hikâyelerinde de, Osmanlıca kelimeler sayılıdır. Olduğu kadarını da, konuşmalarda realist kalmak kaygısı ile kullanmıştır.
Öz Türkçeye inananların da Osmanlıcaya bağlı kalanların da M.Ş.E. den alacakları çok ders vardır.
*
M.Ş.E. nin öldüğüne, ben, genç neslin kendi hâlinde bir yazarı olarak yakınıyorum. Dostlarının nasıl üzüldüklerini tahmin etmeye ise, yaşına, sıhhatinin bozukluğuna rağmen heybetli kalmış, sözü yazısı kadar tatli o sevimli ihtiyarı birkaç defa görmüş, ağzından üç-beş kelime iştimiş olmak yeter!
Koleksiyon
Alıntı
“Ölümü Üzerine: M.Ş.E.'ye Dair,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 21 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/357 ulaşıldı.