Zoraki Boşluk
Başlık:
Zoraki Boşluk
Kaynak:
Ulus, "Uzaktan" s. 3
Tarih:
1957-09-19
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/36
Metin:
UZAKTAN
ZORAKİ BOŞLUK
SURİYENİN Irak, Irak'ın Suriye üzerinde, Suriye'nin Lübnan, ayrıca hem Suriye hem Irak'ın Ürdün üzerinde emelleri vardır. Basra Körfezindeki şeyhliklerden bir kısmına Irak, bir kısmına Suudi Arabistan, Suudi Arabistan'a ise Mısır göz dikmiştir. Bütün Basra Körfezinin petrol geliri üzerinde de Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye'nin gözü kalmıştır.
Fakat bu durumda şaşılacak, dehşete düşülecek, Araplar aleyhinde hükümler çıkarmayı haklı gösterecek bir yön yoktur.
Çünkü Ortadoğu devlet ve şeyhliklerinden birçoğu, eski Osmanlı illerinin idarî sınırları alt üst edilerek, yapmacık sınırlarla bu iller biribirine karıştırılıp bölünerek, ya da petrol kaynaklan bulunan veya bulunduğu sanılan bir takım köylere, kasabalara sözüm ona ayrı birer devlet süsü verilerek yaratılmış ülkelerdir.
Bu «ülke» lerden birçoğu, Sykes — Picot anlaşması gibi, Ortadoğu'yu Batılıların resmî veya yarı resmî sömürgesi durumunda tutmak amacıyla girişilmiş gizli ve aldatıcı tertiplerden ortaya çıkmıştır ve bu yapmacık ülkelerdeki sözde ayrı uluslardan, dili ve geniş ölçüde din ve ırkı bir olan «ulus» lardan, her birinin kültürel ve tarihî kökleri biribirlerinin topraklarında kaynaşmaktadır.
Batılılar Ortadoğu Arap dünyasında bu sun'î ayırmaları yaparken, kimi ülkelerin bir başlarına kullanamıyacakları ve koruyamıyacakları kadar geniş kaynaklara sahip kılınmasına, kimin de bir başına yaşayamıyacak kadar dar kaynaklı tutulmasına bilhassa dikkat etmişlerdir. Hattâ denilebilir ki, Batılı diplomatların çöl düzlüklerinde cetvelle çizdikleri sınırlar için kullandıkları tek ölçü bu olmuştur.
İşte şimdi o kadar sözü edilen, mutlâka büyük devletlerce doldurulması gerektiği öne sürülen, Ortadoğu'daki «boşluk», böylece, bile bile yaratılmış bir boşluktur. Kullanamıyacakları kadar geniş kaynaklara sahip kılınan Arap devlet veya şeyhlikleriyle, bir başına yaşıyamıyacak kadar dar kaynaklı tutulanlar arasındaki dengesizliğin doğurduğu bir boşluktur.
Ortadoğu'da barış, güvenlik, istikrar sağlıyabilmek için Batılıların, bu boşluğu doldurmak gerektiğini öne sürmeleri, bu boşluğu doldurmakla kendilerini görevli saymalarını mazur göstermez. Ortada bir boşluk varsa, bu, tabii değil, zoraki bir boşluktur ve boşluktan Batılılar, bilhassa Fransa ile İngiltere sorumludur. Batılılar şimdi iyiniyetliliklerini ancak, boşluğa sebep olan kendi yarattıkları anormal durumun zorla idamesine çalışmaktan vazgeçmekle gösterebilirler.
Arap ülkeleri halkı, eğreti temeller üzerinde duran sakat bir status quo'yu değiştirip aralarındaki meseleleri kendi kendilerine ortadan kaldırma, ortadaki boşluğu doldurma, en uyanık ve kalabalık Arap topluluklarının iktisadî kaynaklar bakımından yoksulluğu ile en geri ve az nüfuslu Arap topluluklarının iktisadî kaynaklar bakımından aşırı zenginliği arasındaki büyük dengesizliği giderme fırsatını bulamıyorlarsa, buna, ya doğrudan doğruya Batılılar, ya da Batılıların desteklediği, koruduğu bazı krallarla şeyhler sebep olmaktadır.
Batılılar bu siyasetten vazgeçmedikçe, Arap ülkeleri halkının bütün uyanık, milliyetçi unsurları, hemen hepsi Batı kültürü almış oldukları halde, Batılıları, gayeleri önünde, hattâ yaşama hakları önünde, en büyük engel olarak görmeğe, düşman saymağa ister istemez devam edecekler ve Batıya karşı, nereden bulabilirlerse oradan destek ve yardım kabul edeceklerdir. Batılılar, bazı Arap ülkelerindeki kral veya şeyhlerin dostluğunu kazansalar da halkın dostluğunu kazanamıyacaklardır.
Bu arada İngiltere'nin, Arabistan yarımadasındaki Basra Körfezindeki bazı şeyhleri dış tecavüze veya iç ayaklanmalara karşı korumak üzere verilmiş namus sözü bulunduğunu ileri sürmesi, hiç de ciddiye alınacak bir özür değildir..
Yirminci yüzyıl ortasında hiç bir medeni ulusun Katar Şeyhî gibi, Şarca veya Ras—El—Haima Şeyhi gibi, Umman Sultanı gibi, kimselere «namus» borcu olamaz. Bu şeyhlik veya sultanlıklardan hiç birinin bağımsız kalmağa, geniş Arap topluluğundan ayrı kalmağa, elleri altındaki kaynakları sırf yabancı petrol şirketleriyle kendileri arasında paylaşmağa tabii bir hakları olamaz. Çoğunun. en basit ölçülerle bile, bir devlet, bir millet, hattâ ayrı bir topluluk hüviyeti yoktur. Bazıları ancak birer köy büyüklüğündedir. Nüfuslarının toplamı birkaç yüz binin içindedir. Başlarında, yirminci yüzyıl ortasında, insanlara hükmetme, devlet idare etme şöyle dursun, nefes alma hakkı bile bulamamaları gereken bir takım kara cahil, alabildiğine bencil, masallara sığmayacak kadar zalim, müstebit ve sefih toprak ve petrol ağaları bulunmakta ve bu kimseler, ancak, Büyük Britanya İmparatorluğunun kendilerine vermiş bulunduğu «namus sözü» sayesinde, yalnız Ortadoğu için değil, bütün medenî dünya için bir yüz karası olan varlıklarını, hükümranlıklarını idame edebilmektedirler. Kendi köy veya kasaba kadar topraklarındaki «millet» lerini köle durumunda tutan, bu milletlerin kendi aileleri dışında kalan fertlerini insan yerine koymayan ve şeyhler işletilen veya şimdilik işletilmeyen en zengin petrol kaynaklarından bazısının tapularını ellerinde bulundurmakta ve petrol gelirini yabancı şirketlerle — ham petrol ücreti üzerinden — yarı yarıya bölüşmektedirler. Ellerine geçen yüzmilyonlarla, daha çok daha çok ve daha çok kadillac araba almaktan, daha büyük, daha büyük ve daha büyük saraylar yaptırıp bu sarayların haremlerini daha çok cariyelerle doldurmaktan daha hayırlı, daha yararlı, daha müspet işler yapmayı düşünmelerine ne kültürleri, ne dünya görüşleri, ne insanlık anlayışları elverişlidir.
Bir İngiliz dergisinde yayınlanan bilgiye göre, nüfus toplamı 7.5 milyondan ibaret olan Irak, Suudi Arabistan ve Basra Körfezi şeyhlikleri petrolden yılda 950 milyon dolar, nüfusu 30 milvonu aşan Mısır, Suriye, Lübnan ve Ürdün'se ancak 30 milyon dolar kazanabilmektedir. 950 milyonun üstüme bir de yabancı şirketlerin kendilerine alıkoydukları ve türlü piyasa kombinezonlarıyla şişirdikleri kâr eklenecek olursa, aradaki eşitsizliğin, ortadaki dengesizliğin büyüklüğü büsbütün artar.
Mısır, Suriye, Lübnan ve Ürdün, Arap dünyasının nispeten en uyanık, en medenî nüfusunu barındırmaktadır. Petrol bölgeleri üzerindeki inhisarları, Batı himayesi — şimdi bilhassa İngiliz ve Amerikan himayesi — altında devam eden Arap ülkelerindense bir tek Irak, eline geçen geliri müspet işlere yatırabilecek durumdadır. Amerika'nın Arap âlemindeki en yakın dostu Suudî Arabistan, Haşmetli Kralın birkaç küçük devlet geçindirebilecek saray masraflarından artan parayla kurulmuş üç — beş okuldaki Arapça öğretmenleri için bile Mısır'a muhtaçtır.
İşte Batılıların Ortadoğu'da idameye çalıştıkları status quo böylesine anormal bir siyasal ve iktisadî taksimat üzerine kuruludur.
Bu, bir vücudun yüreğini, ciğerlerini, nefes borusunu sınırlarla ayırıp «bağımsız» ilân etmek, aslında ise, «himaye» perdesi altında yabancı vücutlara bağlamak, bölünmüş vücudun geri kalan uzuvlarına da «sizler de bağımsız olarak kendi başlarınıza yaşayın, vücudunuzun yüreği, ciğerleri, nefes borusu üzerinde sakın ola bir hak iddia etmeğe, tecavüz emelleri bellemeğe kalkışmayın» demekle birdir.
Böylesine anormal bir durumun korunmasını «siyaset» diye benimsemekle ne Arap dünyasına, ne O tadoğu güvenliğine, ne de dünya barışına hizmet edilebilir.
Bu kötü siyaseti Avrupalı müttefiklerinin kendisine bıraktığı bir miras olarak kabul etmekten kurtulma yollarını arayıp bulmadıkça, Birleşik Amerika, ne Eisenhover Doktrini, ne Bağdat Paktı, ne Altıncı Filoy'a, ne de şu veya bu Arap ülkesine, Ruslardan başka herkese karşı kullanılabilecek silâhlar yığmakla, Ortadoğu'da Sovyet nüfuzuna set çekebilir.
Türkiye ise, Osmanlı idaresi altındaki kendi topraklarını parçalayıp cansız tutabilmek ve dışardan devamlı himaye kabulüne mecbur bırakabilmek için, o zamanki Batılı düşmanlarınca kendisine karşı kurulmuş bu kötü düzenin, şimdiki Batılı dostları adına avukatlığını ve bekçiliğini üzerine almakla, ne kendi itibarını ne de Ortadoğu'daki güvenliğini koruyabilir.
Ortadoğu Arap âleminde doldurulması gereken bir boşluk varsa, bu boşluğu Batılılarla Sovyetler arasında bir tehlikeli rekabet alanı, bir pazarlık konusu olmaktan çıkarmanın tek, ama tek yolu, bizzat Arapların bu boşluğu doldurmalarına fırsat vermektir.
Cambridge, MASS.
Bülent ECEVİT
ZORAKİ BOŞLUK
SURİYENİN Irak, Irak'ın Suriye üzerinde, Suriye'nin Lübnan, ayrıca hem Suriye hem Irak'ın Ürdün üzerinde emelleri vardır. Basra Körfezindeki şeyhliklerden bir kısmına Irak, bir kısmına Suudi Arabistan, Suudi Arabistan'a ise Mısır göz dikmiştir. Bütün Basra Körfezinin petrol geliri üzerinde de Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye'nin gözü kalmıştır.
Fakat bu durumda şaşılacak, dehşete düşülecek, Araplar aleyhinde hükümler çıkarmayı haklı gösterecek bir yön yoktur.
Çünkü Ortadoğu devlet ve şeyhliklerinden birçoğu, eski Osmanlı illerinin idarî sınırları alt üst edilerek, yapmacık sınırlarla bu iller biribirine karıştırılıp bölünerek, ya da petrol kaynaklan bulunan veya bulunduğu sanılan bir takım köylere, kasabalara sözüm ona ayrı birer devlet süsü verilerek yaratılmış ülkelerdir.
Bu «ülke» lerden birçoğu, Sykes — Picot anlaşması gibi, Ortadoğu'yu Batılıların resmî veya yarı resmî sömürgesi durumunda tutmak amacıyla girişilmiş gizli ve aldatıcı tertiplerden ortaya çıkmıştır ve bu yapmacık ülkelerdeki sözde ayrı uluslardan, dili ve geniş ölçüde din ve ırkı bir olan «ulus» lardan, her birinin kültürel ve tarihî kökleri biribirlerinin topraklarında kaynaşmaktadır.
Batılılar Ortadoğu Arap dünyasında bu sun'î ayırmaları yaparken, kimi ülkelerin bir başlarına kullanamıyacakları ve koruyamıyacakları kadar geniş kaynaklara sahip kılınmasına, kimin de bir başına yaşayamıyacak kadar dar kaynaklı tutulmasına bilhassa dikkat etmişlerdir. Hattâ denilebilir ki, Batılı diplomatların çöl düzlüklerinde cetvelle çizdikleri sınırlar için kullandıkları tek ölçü bu olmuştur.
İşte şimdi o kadar sözü edilen, mutlâka büyük devletlerce doldurulması gerektiği öne sürülen, Ortadoğu'daki «boşluk», böylece, bile bile yaratılmış bir boşluktur. Kullanamıyacakları kadar geniş kaynaklara sahip kılınan Arap devlet veya şeyhlikleriyle, bir başına yaşıyamıyacak kadar dar kaynaklı tutulanlar arasındaki dengesizliğin doğurduğu bir boşluktur.
Ortadoğu'da barış, güvenlik, istikrar sağlıyabilmek için Batılıların, bu boşluğu doldurmak gerektiğini öne sürmeleri, bu boşluğu doldurmakla kendilerini görevli saymalarını mazur göstermez. Ortada bir boşluk varsa, bu, tabii değil, zoraki bir boşluktur ve boşluktan Batılılar, bilhassa Fransa ile İngiltere sorumludur. Batılılar şimdi iyiniyetliliklerini ancak, boşluğa sebep olan kendi yarattıkları anormal durumun zorla idamesine çalışmaktan vazgeçmekle gösterebilirler.
Arap ülkeleri halkı, eğreti temeller üzerinde duran sakat bir status quo'yu değiştirip aralarındaki meseleleri kendi kendilerine ortadan kaldırma, ortadaki boşluğu doldurma, en uyanık ve kalabalık Arap topluluklarının iktisadî kaynaklar bakımından yoksulluğu ile en geri ve az nüfuslu Arap topluluklarının iktisadî kaynaklar bakımından aşırı zenginliği arasındaki büyük dengesizliği giderme fırsatını bulamıyorlarsa, buna, ya doğrudan doğruya Batılılar, ya da Batılıların desteklediği, koruduğu bazı krallarla şeyhler sebep olmaktadır.
Batılılar bu siyasetten vazgeçmedikçe, Arap ülkeleri halkının bütün uyanık, milliyetçi unsurları, hemen hepsi Batı kültürü almış oldukları halde, Batılıları, gayeleri önünde, hattâ yaşama hakları önünde, en büyük engel olarak görmeğe, düşman saymağa ister istemez devam edecekler ve Batıya karşı, nereden bulabilirlerse oradan destek ve yardım kabul edeceklerdir. Batılılar, bazı Arap ülkelerindeki kral veya şeyhlerin dostluğunu kazansalar da halkın dostluğunu kazanamıyacaklardır.
Bu arada İngiltere'nin, Arabistan yarımadasındaki Basra Körfezindeki bazı şeyhleri dış tecavüze veya iç ayaklanmalara karşı korumak üzere verilmiş namus sözü bulunduğunu ileri sürmesi, hiç de ciddiye alınacak bir özür değildir..
Yirminci yüzyıl ortasında hiç bir medeni ulusun Katar Şeyhî gibi, Şarca veya Ras—El—Haima Şeyhi gibi, Umman Sultanı gibi, kimselere «namus» borcu olamaz. Bu şeyhlik veya sultanlıklardan hiç birinin bağımsız kalmağa, geniş Arap topluluğundan ayrı kalmağa, elleri altındaki kaynakları sırf yabancı petrol şirketleriyle kendileri arasında paylaşmağa tabii bir hakları olamaz. Çoğunun. en basit ölçülerle bile, bir devlet, bir millet, hattâ ayrı bir topluluk hüviyeti yoktur. Bazıları ancak birer köy büyüklüğündedir. Nüfuslarının toplamı birkaç yüz binin içindedir. Başlarında, yirminci yüzyıl ortasında, insanlara hükmetme, devlet idare etme şöyle dursun, nefes alma hakkı bile bulamamaları gereken bir takım kara cahil, alabildiğine bencil, masallara sığmayacak kadar zalim, müstebit ve sefih toprak ve petrol ağaları bulunmakta ve bu kimseler, ancak, Büyük Britanya İmparatorluğunun kendilerine vermiş bulunduğu «namus sözü» sayesinde, yalnız Ortadoğu için değil, bütün medenî dünya için bir yüz karası olan varlıklarını, hükümranlıklarını idame edebilmektedirler. Kendi köy veya kasaba kadar topraklarındaki «millet» lerini köle durumunda tutan, bu milletlerin kendi aileleri dışında kalan fertlerini insan yerine koymayan ve şeyhler işletilen veya şimdilik işletilmeyen en zengin petrol kaynaklarından bazısının tapularını ellerinde bulundurmakta ve petrol gelirini yabancı şirketlerle — ham petrol ücreti üzerinden — yarı yarıya bölüşmektedirler. Ellerine geçen yüzmilyonlarla, daha çok daha çok ve daha çok kadillac araba almaktan, daha büyük, daha büyük ve daha büyük saraylar yaptırıp bu sarayların haremlerini daha çok cariyelerle doldurmaktan daha hayırlı, daha yararlı, daha müspet işler yapmayı düşünmelerine ne kültürleri, ne dünya görüşleri, ne insanlık anlayışları elverişlidir.
Bir İngiliz dergisinde yayınlanan bilgiye göre, nüfus toplamı 7.5 milyondan ibaret olan Irak, Suudi Arabistan ve Basra Körfezi şeyhlikleri petrolden yılda 950 milyon dolar, nüfusu 30 milvonu aşan Mısır, Suriye, Lübnan ve Ürdün'se ancak 30 milyon dolar kazanabilmektedir. 950 milyonun üstüme bir de yabancı şirketlerin kendilerine alıkoydukları ve türlü piyasa kombinezonlarıyla şişirdikleri kâr eklenecek olursa, aradaki eşitsizliğin, ortadaki dengesizliğin büyüklüğü büsbütün artar.
Mısır, Suriye, Lübnan ve Ürdün, Arap dünyasının nispeten en uyanık, en medenî nüfusunu barındırmaktadır. Petrol bölgeleri üzerindeki inhisarları, Batı himayesi — şimdi bilhassa İngiliz ve Amerikan himayesi — altında devam eden Arap ülkelerindense bir tek Irak, eline geçen geliri müspet işlere yatırabilecek durumdadır. Amerika'nın Arap âlemindeki en yakın dostu Suudî Arabistan, Haşmetli Kralın birkaç küçük devlet geçindirebilecek saray masraflarından artan parayla kurulmuş üç — beş okuldaki Arapça öğretmenleri için bile Mısır'a muhtaçtır.
İşte Batılıların Ortadoğu'da idameye çalıştıkları status quo böylesine anormal bir siyasal ve iktisadî taksimat üzerine kuruludur.
Bu, bir vücudun yüreğini, ciğerlerini, nefes borusunu sınırlarla ayırıp «bağımsız» ilân etmek, aslında ise, «himaye» perdesi altında yabancı vücutlara bağlamak, bölünmüş vücudun geri kalan uzuvlarına da «sizler de bağımsız olarak kendi başlarınıza yaşayın, vücudunuzun yüreği, ciğerleri, nefes borusu üzerinde sakın ola bir hak iddia etmeğe, tecavüz emelleri bellemeğe kalkışmayın» demekle birdir.
Böylesine anormal bir durumun korunmasını «siyaset» diye benimsemekle ne Arap dünyasına, ne O tadoğu güvenliğine, ne de dünya barışına hizmet edilebilir.
Bu kötü siyaseti Avrupalı müttefiklerinin kendisine bıraktığı bir miras olarak kabul etmekten kurtulma yollarını arayıp bulmadıkça, Birleşik Amerika, ne Eisenhover Doktrini, ne Bağdat Paktı, ne Altıncı Filoy'a, ne de şu veya bu Arap ülkesine, Ruslardan başka herkese karşı kullanılabilecek silâhlar yığmakla, Ortadoğu'da Sovyet nüfuzuna set çekebilir.
Türkiye ise, Osmanlı idaresi altındaki kendi topraklarını parçalayıp cansız tutabilmek ve dışardan devamlı himaye kabulüne mecbur bırakabilmek için, o zamanki Batılı düşmanlarınca kendisine karşı kurulmuş bu kötü düzenin, şimdiki Batılı dostları adına avukatlığını ve bekçiliğini üzerine almakla, ne kendi itibarını ne de Ortadoğu'daki güvenliğini koruyabilir.
Ortadoğu Arap âleminde doldurulması gereken bir boşluk varsa, bu boşluğu Batılılarla Sovyetler arasında bir tehlikeli rekabet alanı, bir pazarlık konusu olmaktan çıkarmanın tek, ama tek yolu, bizzat Arapların bu boşluğu doldurmalarına fırsat vermektir.
Cambridge, MASS.
Bülent ECEVİT
Koleksiyon
Alıntı
“Zoraki Boşluk,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 21 Kasım 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/886 ulaşıldı.