"Kanun Yoluyla İstibdat"
Başlık:
"Kanun Yoluyla İstibdat"
Kaynak:
Ulus, "Günün Işığında" s. 3
Tarih:
1956-10-11
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/33
Metin:
GÜNÜN IŞIĞINDA
''Kanun yoluyla istibdat,,
Devlet idaresinin son derece girift bir hâl aldığı çağımızda, hükümetler, tarihin belki en müstebit hükümdarları kadar kudretlidirler. Bu yalnız diktatörlüklerde değil, demokrasilerde de böyedir. Şu farkla ki demokrasilerde bu kudret, ancak memleketin hayati menfaatleri gerekli kıldığı zaman ve halkın kesin rızası ile kişi hürriyeti ve mülk güvenliği aleyhine kullanılabilir. Demokrasilerde, millî menfaatler bakımından bir zorunluluk yokken de bu kudretin serbestçe, kişi hürriyetini ve mülk güvenliğini dikkate almaksızın kullanılmasını önleyici bazı kurumlar vardır. Fakat bu kurumların tesiri, sayılarının çokluğundan, temellerinin sağlamlığından önce, insanların hak ve hürriyetlerini savunmada gösterecekleri azimliliğe bağlıdır.
Devlet idaresi çağımızda o kadar girift hâle gelmiştir ki, karşısında hak ve hürriyetlerini savunmağa azimli bir halk bulmayan her hükümet, ne kadar iyiniyetli olursa olsun, kanunların, ve kanun çıkarıp onları istediği gibi yorumlama imkânını sağlayan kurum ve vasıtaların, kendisine verdiği kudreti, kişi hak ve hürriyetlerini hiç dikkate almaksızın kullanma yoluna sapabilir.
Meselâ mülk güvenliğinin hemen aynî kanunlara bağlı bulunduğu iki memleket düşününüz: İkisinde de mahallî idarelere, şehirleri bayındırlaştırmak için trafiğe dar gelen yolları açma, bu yollar üzerindeki binaları yıktırma, veya şehrin güzelliğini bozan mahalleleri ortadan kaldırma yetkisi aynı mahiyetteki kanunlarla tanınmış olsun!.. Bu işler, o iki memekletten birinde insan hak ve hürrriyetlerine azami saygı gösterilerek, öbüründe ise bu hak da hürriyetler hiç hesaba katılmaksızın yapılabilir ve ikisinde de, insan hak ve hürriyetleri bakımından biribirini nakzeden bu sonuçlara ayni ölçüde kanunî yollardan varılmış olabilir.
İnsan hak ve hürriyetlerine, o arada mülk güvenliğine saygısı olan, daha doğrusu kendini bunlara saygı göstermek zorunda hisseden bir idare, bir bayındırlık hareketine başlıyacağı zaman, birincisi, yetkilerini toplum yararına kulandığına, meselâ yapılacak istimlâk ve yıkımın, gösteriş meraklısı bir siyaset adamının kaprisinden ibaret olmayıp, uzmanlarca tesbit edilmiş bir gerekçesi bulunduğuna, en küçük teferrüatına kadar hesaplanmış, malî kaynakları bulunmuş bir bayındırlık plânı gereğince yapıldığına halkı inandırmak zahmetine katlanır. İkincisi, bu istimlâk ve yıkım işinden herkesin zamanında haberdar edilip ona göre tedbirler almasına imkân verir Vatandaşlar bu tedbirleri kendi başlarına alamıyacaklarsa, meselâ dükkânı yıkılanın ayni derecede işlek bir yerde başka bir dükkân, evi yıkılanın ayni derecede elverişli ve güzel bir yerde başka bir ev bulmasına imkân yoksa, o zaman sorumlular ilkin bu tedbirleri kendileri alır, ancak ondan sonra istimlâk ve yıkım işine başlarlar.
Kendini insan hak ve hürriyetlerine, o arada mülk güvenliğine saygı göstermek zorunda hissetmiyen bir idare ise bütün bu şartlara uyma zahmetine katlanmadan işe koyulabilir.
Bu ikincisi, belki her memlekette kanunların biraz zorlanmakla, biraz keyfe göre yorumlanmakla imkân verebileceği, fakat «hüryaradılışlı insanların tahammül edemiyeceği» bir idare tarzıdır.
«Hür yaradılışlı insanların tahammül edemiyeceği idare» sözünü, bir İngiliz yazarı, Türkiye için kullanıyor: 17'inci yüzyıl Türkiye'sinin padişahlık idaresi için.. 1603'de basılmış «Türk Tarihi» (History of the Turks) adlı bir eserin İngiliz yazarı, o devrin Türkiye'sinde mal ve mülk güvenliği diye bir şey olmadığı, kimse kendi hakkına sahip çıkamadığı, herkes, «içinde oturduğu eve, sürdüğü toprağa bile ancak Sultan izin verdiği müddetçe sahip kalabildiği» için halk arasında iktisadî refahtanda eser bulunmadığını söylüyor. «Çünkü» diyor, «bu müstebit idare altında Türkler, bütün kazançları hükümdarın insafına kalmış olduğu için, ne topraklarını sürmeğe ,ne ticaret yapmağa, ne de mülklerini ıslaha heves duyarlardı.»
453 yıl önce Türk halkının içinde bulunduğu korkunç durumu, «hür yaradılışlı insanların tahammül edemiyeceği» bu idare tarzını anlatan cümleler, İngiliz'lerin «The Listener» adlı dergisinde çıkan «Kanun yoluyla istibdat» başlıklı bir makalede (x) iktibas edilmektedir. Makalede, vereceği örnekleri tarihten seçmeğe dikkat eden yazar, istibdadın tipik örneği olarak 453 yıl önceki Türkiye'yi gösteriyordu.
Bu yazara göre, bir idarenin hem kanunlara bağlı olması hem de bir istibdat idaresi olması pekâlâ mümkündür. Meselâ, diyor yazar, müstebitçe bir idare kurmağa kalkışmakla suçlandırılarak 1649'da ölüme mahkûm edilen Kral Birinci Charles'ın «her yaptığı iş kanunlara uygundu.. Yargıçlar da bunları kanunlara uygun buluyorlardı... Birinci Charles ne bir müstebit olmak istiyor ne de bir müstebit olduğuna inanıyordu. Gerçi uyrukların mal ve mülklerini rızaları olmadan almanın müstebitik olduğunu, kendisinin de öyle yapmakta olduğunu biliyordu; fakat -başkaları gibi- o da kanunlara dayanıyor, ve yaptığı işler kanunlara uygun oldukça kendisinin bir müstebit olamıyacağını sanıyordu. İşte yanıldığı nokta burasıydı... Onun yaptıkları hem kanunlara uygundu hem de müstebitçe idi.»
İngiliz yazar, devlet idaresinin çok girift bir hâl aldığı cağımızda« kanun yoluyla istibdat» tehlikesinin 17'inci yüzyıldaki kadar ciddileştiğini belirtmektedir.
Bu durumda, zaten tarih boyunca tam teminat altına alınamamış olan insan hak ve hürriyetlerinin «devamlı olarak kendini savunması, bazan da karşı hücuma geçmesi gereklidir» diyen yazar. makalesini şöyle bitiriyor: «Hem bu savunma ve karşı hücum yalnız diktatörlere ve hükümet darbecilerine karşı değil, daha çok, memleketi münasip şekilde idare etmeğe çalışan, kanunlara bağlı hükümetlere karşı yapılmalıdır.»
Galiba bunu yapabilmenin de tek şartı, 1603 Türkiye'sini anlatan İngiliz tarihçisinin dediği gibi «hür yaradılışlı» olmaktır: Ne kadar kanunî de olsa bir istibdat idaresine tahammül edemiyecek kadar hür yaradılışlı...
Bülent ECEVİT
(x) - «Tyranny by Law» - E.W.K. Hinton- «The Listener», 13 Eylül 1956.
''Kanun yoluyla istibdat,,
Devlet idaresinin son derece girift bir hâl aldığı çağımızda, hükümetler, tarihin belki en müstebit hükümdarları kadar kudretlidirler. Bu yalnız diktatörlüklerde değil, demokrasilerde de böyedir. Şu farkla ki demokrasilerde bu kudret, ancak memleketin hayati menfaatleri gerekli kıldığı zaman ve halkın kesin rızası ile kişi hürriyeti ve mülk güvenliği aleyhine kullanılabilir. Demokrasilerde, millî menfaatler bakımından bir zorunluluk yokken de bu kudretin serbestçe, kişi hürriyetini ve mülk güvenliğini dikkate almaksızın kullanılmasını önleyici bazı kurumlar vardır. Fakat bu kurumların tesiri, sayılarının çokluğundan, temellerinin sağlamlığından önce, insanların hak ve hürriyetlerini savunmada gösterecekleri azimliliğe bağlıdır.
Devlet idaresi çağımızda o kadar girift hâle gelmiştir ki, karşısında hak ve hürriyetlerini savunmağa azimli bir halk bulmayan her hükümet, ne kadar iyiniyetli olursa olsun, kanunların, ve kanun çıkarıp onları istediği gibi yorumlama imkânını sağlayan kurum ve vasıtaların, kendisine verdiği kudreti, kişi hak ve hürriyetlerini hiç dikkate almaksızın kullanma yoluna sapabilir.
Meselâ mülk güvenliğinin hemen aynî kanunlara bağlı bulunduğu iki memleket düşününüz: İkisinde de mahallî idarelere, şehirleri bayındırlaştırmak için trafiğe dar gelen yolları açma, bu yollar üzerindeki binaları yıktırma, veya şehrin güzelliğini bozan mahalleleri ortadan kaldırma yetkisi aynı mahiyetteki kanunlarla tanınmış olsun!.. Bu işler, o iki memekletten birinde insan hak ve hürrriyetlerine azami saygı gösterilerek, öbüründe ise bu hak da hürriyetler hiç hesaba katılmaksızın yapılabilir ve ikisinde de, insan hak ve hürriyetleri bakımından biribirini nakzeden bu sonuçlara ayni ölçüde kanunî yollardan varılmış olabilir.
İnsan hak ve hürriyetlerine, o arada mülk güvenliğine saygısı olan, daha doğrusu kendini bunlara saygı göstermek zorunda hisseden bir idare, bir bayındırlık hareketine başlıyacağı zaman, birincisi, yetkilerini toplum yararına kulandığına, meselâ yapılacak istimlâk ve yıkımın, gösteriş meraklısı bir siyaset adamının kaprisinden ibaret olmayıp, uzmanlarca tesbit edilmiş bir gerekçesi bulunduğuna, en küçük teferrüatına kadar hesaplanmış, malî kaynakları bulunmuş bir bayındırlık plânı gereğince yapıldığına halkı inandırmak zahmetine katlanır. İkincisi, bu istimlâk ve yıkım işinden herkesin zamanında haberdar edilip ona göre tedbirler almasına imkân verir Vatandaşlar bu tedbirleri kendi başlarına alamıyacaklarsa, meselâ dükkânı yıkılanın ayni derecede işlek bir yerde başka bir dükkân, evi yıkılanın ayni derecede elverişli ve güzel bir yerde başka bir ev bulmasına imkân yoksa, o zaman sorumlular ilkin bu tedbirleri kendileri alır, ancak ondan sonra istimlâk ve yıkım işine başlarlar.
Kendini insan hak ve hürriyetlerine, o arada mülk güvenliğine saygı göstermek zorunda hissetmiyen bir idare ise bütün bu şartlara uyma zahmetine katlanmadan işe koyulabilir.
Bu ikincisi, belki her memlekette kanunların biraz zorlanmakla, biraz keyfe göre yorumlanmakla imkân verebileceği, fakat «hüryaradılışlı insanların tahammül edemiyeceği» bir idare tarzıdır.
«Hür yaradılışlı insanların tahammül edemiyeceği idare» sözünü, bir İngiliz yazarı, Türkiye için kullanıyor: 17'inci yüzyıl Türkiye'sinin padişahlık idaresi için.. 1603'de basılmış «Türk Tarihi» (History of the Turks) adlı bir eserin İngiliz yazarı, o devrin Türkiye'sinde mal ve mülk güvenliği diye bir şey olmadığı, kimse kendi hakkına sahip çıkamadığı, herkes, «içinde oturduğu eve, sürdüğü toprağa bile ancak Sultan izin verdiği müddetçe sahip kalabildiği» için halk arasında iktisadî refahtanda eser bulunmadığını söylüyor. «Çünkü» diyor, «bu müstebit idare altında Türkler, bütün kazançları hükümdarın insafına kalmış olduğu için, ne topraklarını sürmeğe ,ne ticaret yapmağa, ne de mülklerini ıslaha heves duyarlardı.»
453 yıl önce Türk halkının içinde bulunduğu korkunç durumu, «hür yaradılışlı insanların tahammül edemiyeceği» bu idare tarzını anlatan cümleler, İngiliz'lerin «The Listener» adlı dergisinde çıkan «Kanun yoluyla istibdat» başlıklı bir makalede (x) iktibas edilmektedir. Makalede, vereceği örnekleri tarihten seçmeğe dikkat eden yazar, istibdadın tipik örneği olarak 453 yıl önceki Türkiye'yi gösteriyordu.
Bu yazara göre, bir idarenin hem kanunlara bağlı olması hem de bir istibdat idaresi olması pekâlâ mümkündür. Meselâ, diyor yazar, müstebitçe bir idare kurmağa kalkışmakla suçlandırılarak 1649'da ölüme mahkûm edilen Kral Birinci Charles'ın «her yaptığı iş kanunlara uygundu.. Yargıçlar da bunları kanunlara uygun buluyorlardı... Birinci Charles ne bir müstebit olmak istiyor ne de bir müstebit olduğuna inanıyordu. Gerçi uyrukların mal ve mülklerini rızaları olmadan almanın müstebitik olduğunu, kendisinin de öyle yapmakta olduğunu biliyordu; fakat -başkaları gibi- o da kanunlara dayanıyor, ve yaptığı işler kanunlara uygun oldukça kendisinin bir müstebit olamıyacağını sanıyordu. İşte yanıldığı nokta burasıydı... Onun yaptıkları hem kanunlara uygundu hem de müstebitçe idi.»
İngiliz yazar, devlet idaresinin çok girift bir hâl aldığı cağımızda« kanun yoluyla istibdat» tehlikesinin 17'inci yüzyıldaki kadar ciddileştiğini belirtmektedir.
Bu durumda, zaten tarih boyunca tam teminat altına alınamamış olan insan hak ve hürriyetlerinin «devamlı olarak kendini savunması, bazan da karşı hücuma geçmesi gereklidir» diyen yazar. makalesini şöyle bitiriyor: «Hem bu savunma ve karşı hücum yalnız diktatörlere ve hükümet darbecilerine karşı değil, daha çok, memleketi münasip şekilde idare etmeğe çalışan, kanunlara bağlı hükümetlere karşı yapılmalıdır.»
Galiba bunu yapabilmenin de tek şartı, 1603 Türkiye'sini anlatan İngiliz tarihçisinin dediği gibi «hür yaradılışlı» olmaktır: Ne kadar kanunî de olsa bir istibdat idaresine tahammül edemiyecek kadar hür yaradılışlı...
Bülent ECEVİT
(x) - «Tyranny by Law» - E.W.K. Hinton- «The Listener», 13 Eylül 1956.
Koleksiyon
Alıntı
“"Kanun Yoluyla İstibdat",” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 23 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/679 ulaşıldı.