"İyi ve Fena Olsun Daima Hakikat..."
Başlık:
"İyi ve Fena Olsun Daima Hakikat..."
Kaynak:
Ulus, "Günün Işığında", Sayı: 11752, s. 1
Tarih:
1955-09-10
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/29
Metin:
GÜNÜN Işığında
"İyi ve fena olsun daima hakikat...,,
GERÇEĞİ, gerçek bildiğini, söylemek, yerine göre dünyanın en zor işidir.
Gerçeklerin söylenmesini güçleştiren, bazan devlet bazan da halktır sanırız. Aslında, hoşa gitmiyen gerçekleri reddetmek, böyle gerçeklerin ifadesini bastırmak eğilimi her insanın içinde vardır. Devletin de halkın da gerçeklere set çekmek isteyişi bundan doğar.
Bu, insan kendini zayıf bildikçe, zayıflığını anladıkça artan bir eğilimdir. Bir korkulu gerçeğin karşısında uyanıp kendini kurtarmağa, o gerçek karşısında korunmağa çalışacak yerde, gözlerini gerçeğe örtmek ve yalanlarla kendi kendini aldatmak, insanın daha kolayına gelir.
Zayıflığı arttıkça, kendine güveni azaldıkça, insanın, bu kendi kendini aldatma eğilimi marazi bir hal alabilir. Öyle ki bazı gerçeklerden konuşulmasına bile tahammülü kalmaz, onları tabu saymağa başlar.
Hangi gerçek bize korku verirse, bize kendi zayıflığımızı, kendi kusurlarımızı, yahut kendi haksızlığımızı hatırlatırsa, onu duymamak... duymamak için de söyletmemek!... Böylece insanoğlu, gerçek korkusu yüzünden, gitgide kendi hürriyetini kısar.
Tabular arttıkça, gerçekleri söyleme hürriyeti kısıldıkça, gerçeklerin bize yönelttiği tehlike büsbütün büyür. Çünkü biz gerçekleri ne kadar bilmezlikten gelirsek, onların bize yönelttiği tehlikeler karşısında hazırlıklı olmayı da o kadar ihmal eder, ve gaafil avlanırız.
Onun için, maddi kuvveti, silâh kuvveti ne kadar çok olursa olsun, hür olmıyan, tabularla, taassupla, kendi kendinin gerçekleri bilme hürriyetini kısan bir toplum, maddi kuvveti az fakat gerçekler karşısında korkusuz ve uyanık bir toplumdan daima daha zayıftır. En kuvvetli göründüğü anda, hafif bir darbeyle yıkılabilir.
İşte koca Osmanlı imparatorluğunun, sınırları Afrika ve Avrupa'da hâlâ geniş bir sahayı kavrarken, cılız birkaç tabi milletin bile darbesine dayanamıyacak bir hale düşmüş olması bundandı.
Osmanlı Türklerinin Batı milletlerinden yüzyıllarca geri kalmış olması da bundan, bu gerçek korkusundan, gerçeklere gözlerini örtme, kulaklarını tıkama derecesine varan bir taassuptandı. Yalnız siyasette ve toplum hayatında değil, dinde, bilimde, edebiyatta da gerçeklerden devamlı bir kaçış vardı.
«Aldanma ki şair sözü elbette yalandır»
hikmeti üzerine kurulmuş, Osmanlı edebiyatından başka hangi edebiyat gösterilebilir?
Biz Osmanlı devrinde, zayıfladıkça, kendimizi yalanlarla aldatmağa âdeta kutsal bir değer vermiş, bunda bir güzellik bile görür hale gelmişiz.
İşte bütün bunları bildiği için, yüzyıllar boyunca Türk Milletini zayıf düşüren ve geri bırakan başlıca âmilin gerçek korkusu, kendi kendini aldatma hastalığı olduğunu bildiği içindi ki, Atatürk, milletinin yüreğinden gerçek korkusunu çıkarıp atmağa çalışmış ve ona şöyle hitap etmişti:
«Arkadaşlar, biribirimize daima hakikati söyliyeceğiz. Felâket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmıyacağız. Arkadaşlar, hakikat suhuletle anlaşılır bir şeydir. Fakat hakikat diye gayrı hakikiden bahsedenler vardır. Çok rica ederim, o gibi muğfillere inanmayınız.» (1)
Milletine bir rica olarak söylediği bu isteği, Atatürk, kurucusu olduğu partiye de bir direktif olarak tekrarlamıştır:
«Fırkamızın sözleri herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek hakikatler olacaktır.» (2)
Halk, hükümetten daha geniş bir topluluk olduğu için, halkın gerçeklere mukavemeti hükümetinkinden daha fazladır. Ancak, bir diktatörlük idaresinde yalnız hükümetin mukavemeti kendini gösterebilir, halkın mukavemeti uyuşuk yahut örtülü kalır.
Demokraside ise halkın gerçekler karşısındaki mukavemeti bütün kuvvetiyle ortaya çıkabilir. Hürriyete karşı en büyük tehlike de budur. Çünkü eninde sonunda bu çoğunluğun hakimiyetine dayanan bir diktatörlüğe yol açar.
Onun için, bir memlekette demokrasi kurulurken, o memleket halkına gerçekleri, en tatsız, en acı gerçekleri bile hazmetme, gerçeklerden yılmama, çekinmeme terbiyesi verilmelidir. Nerede bir gerçek kokusu, nerede bu gerçek kokusunun yarattığı tabular, nerede taassup görülürse, orada gerçekler açık açık söylenip tabular ve taassup kökünden yıkılmağa çalışılmalıdır. Yoksa hürriyet bir Bakanın geçenlerde kendi demokrasi anlayışını ilân ederken dediği gibi, «ekseriyetin hürriyeti» haline gelir ki, ekseriyetin hürriyeti de hürriyetsizliğin, baskıların en korkuncunu doğurur ve bu baskı altında gerçeklerin, çoğunlukça beğenilmiyen gerçeklerin, ortaya çıkarılmasına hiç imkân kalmaz. Çünkü, gerçekleri gösterecek aydınlığın önüne, «ekseriyetin hürriyeti», tabulardan ve taassuptan bir duvar çekmiştir.
«Herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek hakikatler» söylemek, çok partili bir rejimde, tek partili bir rejimde olduğundan elbette daha güçtür. Hele, iktidardaki politikacıların «demokrasilerde hürriyet, ekseriyetin hürriyetidir.» diye konuşur hale geldikleri çok partili bir rejimde ise bunun ne kadar güçleşmiş olduğunu izaha lüzum yoktur.
Bu güçlüğe rağmen C. H. P. Atatürk'ün ortaya koyduğu ve bütün siyasi partilerin benimsiyebileceği bu prensipe, şimdiye kadar, başka partilere örnek olacak derecede bağlı kalmıştır. Gün gelebilir, «ekseriyetin hürriyeti» karşısında kurbanlar vermeği göze almaksızın bu prensipe bağlı kalmak artık imkânsız olur. O zaman dahi:
«Fırkamızın sözleri herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek hakikatler olacaktır.»
Yoksa, dün 32 nci yılına giren ve geride şerefli bir mazi bırakan bu Partinin Türk Milletine bunca yıllık hizmeti boşa gidebilir.
Bülent ECEVİT
---------
(1) Atatürk'ün 11 Ekim 1925 günü İzmir'de yaptığı konuş-
(2) Atatürk'ün 27 Ocak 1931 günü İzmir Fırka Kongresinde yaptığı konuşmadan.
"İyi ve fena olsun daima hakikat...,,
GERÇEĞİ, gerçek bildiğini, söylemek, yerine göre dünyanın en zor işidir.
Gerçeklerin söylenmesini güçleştiren, bazan devlet bazan da halktır sanırız. Aslında, hoşa gitmiyen gerçekleri reddetmek, böyle gerçeklerin ifadesini bastırmak eğilimi her insanın içinde vardır. Devletin de halkın da gerçeklere set çekmek isteyişi bundan doğar.
Bu, insan kendini zayıf bildikçe, zayıflığını anladıkça artan bir eğilimdir. Bir korkulu gerçeğin karşısında uyanıp kendini kurtarmağa, o gerçek karşısında korunmağa çalışacak yerde, gözlerini gerçeğe örtmek ve yalanlarla kendi kendini aldatmak, insanın daha kolayına gelir.
Zayıflığı arttıkça, kendine güveni azaldıkça, insanın, bu kendi kendini aldatma eğilimi marazi bir hal alabilir. Öyle ki bazı gerçeklerden konuşulmasına bile tahammülü kalmaz, onları tabu saymağa başlar.
Hangi gerçek bize korku verirse, bize kendi zayıflığımızı, kendi kusurlarımızı, yahut kendi haksızlığımızı hatırlatırsa, onu duymamak... duymamak için de söyletmemek!... Böylece insanoğlu, gerçek korkusu yüzünden, gitgide kendi hürriyetini kısar.
Tabular arttıkça, gerçekleri söyleme hürriyeti kısıldıkça, gerçeklerin bize yönelttiği tehlike büsbütün büyür. Çünkü biz gerçekleri ne kadar bilmezlikten gelirsek, onların bize yönelttiği tehlikeler karşısında hazırlıklı olmayı da o kadar ihmal eder, ve gaafil avlanırız.
Onun için, maddi kuvveti, silâh kuvveti ne kadar çok olursa olsun, hür olmıyan, tabularla, taassupla, kendi kendinin gerçekleri bilme hürriyetini kısan bir toplum, maddi kuvveti az fakat gerçekler karşısında korkusuz ve uyanık bir toplumdan daima daha zayıftır. En kuvvetli göründüğü anda, hafif bir darbeyle yıkılabilir.
İşte koca Osmanlı imparatorluğunun, sınırları Afrika ve Avrupa'da hâlâ geniş bir sahayı kavrarken, cılız birkaç tabi milletin bile darbesine dayanamıyacak bir hale düşmüş olması bundandı.
Osmanlı Türklerinin Batı milletlerinden yüzyıllarca geri kalmış olması da bundan, bu gerçek korkusundan, gerçeklere gözlerini örtme, kulaklarını tıkama derecesine varan bir taassuptandı. Yalnız siyasette ve toplum hayatında değil, dinde, bilimde, edebiyatta da gerçeklerden devamlı bir kaçış vardı.
«Aldanma ki şair sözü elbette yalandır»
hikmeti üzerine kurulmuş, Osmanlı edebiyatından başka hangi edebiyat gösterilebilir?
Biz Osmanlı devrinde, zayıfladıkça, kendimizi yalanlarla aldatmağa âdeta kutsal bir değer vermiş, bunda bir güzellik bile görür hale gelmişiz.
İşte bütün bunları bildiği için, yüzyıllar boyunca Türk Milletini zayıf düşüren ve geri bırakan başlıca âmilin gerçek korkusu, kendi kendini aldatma hastalığı olduğunu bildiği içindi ki, Atatürk, milletinin yüreğinden gerçek korkusunu çıkarıp atmağa çalışmış ve ona şöyle hitap etmişti:
«Arkadaşlar, biribirimize daima hakikati söyliyeceğiz. Felâket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmıyacağız. Arkadaşlar, hakikat suhuletle anlaşılır bir şeydir. Fakat hakikat diye gayrı hakikiden bahsedenler vardır. Çok rica ederim, o gibi muğfillere inanmayınız.» (1)
Milletine bir rica olarak söylediği bu isteği, Atatürk, kurucusu olduğu partiye de bir direktif olarak tekrarlamıştır:
«Fırkamızın sözleri herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek hakikatler olacaktır.» (2)
Halk, hükümetten daha geniş bir topluluk olduğu için, halkın gerçeklere mukavemeti hükümetinkinden daha fazladır. Ancak, bir diktatörlük idaresinde yalnız hükümetin mukavemeti kendini gösterebilir, halkın mukavemeti uyuşuk yahut örtülü kalır.
Demokraside ise halkın gerçekler karşısındaki mukavemeti bütün kuvvetiyle ortaya çıkabilir. Hürriyete karşı en büyük tehlike de budur. Çünkü eninde sonunda bu çoğunluğun hakimiyetine dayanan bir diktatörlüğe yol açar.
Onun için, bir memlekette demokrasi kurulurken, o memleket halkına gerçekleri, en tatsız, en acı gerçekleri bile hazmetme, gerçeklerden yılmama, çekinmeme terbiyesi verilmelidir. Nerede bir gerçek kokusu, nerede bu gerçek kokusunun yarattığı tabular, nerede taassup görülürse, orada gerçekler açık açık söylenip tabular ve taassup kökünden yıkılmağa çalışılmalıdır. Yoksa hürriyet bir Bakanın geçenlerde kendi demokrasi anlayışını ilân ederken dediği gibi, «ekseriyetin hürriyeti» haline gelir ki, ekseriyetin hürriyeti de hürriyetsizliğin, baskıların en korkuncunu doğurur ve bu baskı altında gerçeklerin, çoğunlukça beğenilmiyen gerçeklerin, ortaya çıkarılmasına hiç imkân kalmaz. Çünkü, gerçekleri gösterecek aydınlığın önüne, «ekseriyetin hürriyeti», tabulardan ve taassuptan bir duvar çekmiştir.
«Herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek hakikatler» söylemek, çok partili bir rejimde, tek partili bir rejimde olduğundan elbette daha güçtür. Hele, iktidardaki politikacıların «demokrasilerde hürriyet, ekseriyetin hürriyetidir.» diye konuşur hale geldikleri çok partili bir rejimde ise bunun ne kadar güçleşmiş olduğunu izaha lüzum yoktur.
Bu güçlüğe rağmen C. H. P. Atatürk'ün ortaya koyduğu ve bütün siyasi partilerin benimsiyebileceği bu prensipe, şimdiye kadar, başka partilere örnek olacak derecede bağlı kalmıştır. Gün gelebilir, «ekseriyetin hürriyeti» karşısında kurbanlar vermeği göze almaksızın bu prensipe bağlı kalmak artık imkânsız olur. O zaman dahi:
«Fırkamızın sözleri herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek hakikatler olacaktır.»
Yoksa, dün 32 nci yılına giren ve geride şerefli bir mazi bırakan bu Partinin Türk Milletine bunca yıllık hizmeti boşa gidebilir.
Bülent ECEVİT
---------
(1) Atatürk'ün 11 Ekim 1925 günü İzmir'de yaptığı konuş-
(2) Atatürk'ün 27 Ocak 1931 günü İzmir Fırka Kongresinde yaptığı konuşmadan.
Koleksiyon
Alıntı
“"İyi ve Fena Olsun Daima Hakikat...",” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 22 Kasım 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/485 ulaşıldı.