Londra Tipleri
Title:
Londra Tipleri
Source:
Ulus, "İngiltere Notları", s. 4
Date:
1951-07-05
Location:
Atatürk Kitaplığı, 152/18
Text:
İngiltere notları:
Londra tipleri
Sokak çalgıları bir defa çalmaya başladı mı Londra'nın ne kadar sessiz bir şehir olduğu büsbütün farkedilir
Yazan: Bülent Ecevit
1 — Sokak Çalgıcıları.
Daha iki yazı önce Londra'nın sessizliğini anlatmıştım, halbuki şimdi sokak çalgıcılarından bahsediyorum. Ama bazı öyle ses olur ki sessizliği bozmaz; büsbütün derinleştirir, musik gibi bir şey yapıp insana duyurur adetâ
Londra'nın da sokak çalgıcıları, lâternacılar, kemancılar hattâ mızıkacılar, o tıs çıkmayan sokaklarda ,hele günün tenha vakti, çalmaya başladılr mı, Londra'nın ne kadar sessiz şehir olduğu büsbütün farkedilir.
Sokak çalgıcılığı biraz da dilenciliğin yasak olması sayesinde yaşıyor. Bir iş yapmadan, yahut yapıyor görünmeden dilenmek yasak Londra'da. En kolay iş de, galiba, La Fontaine'in ağustos böceği gibi çalgı çalıp şarkı söylemek olduğu için, dilenciliğin yerini çalgıcılık ve şarkıcılık almış .
Ama bu sokak çalgıcılarının hepsine dilenci demek de doğru olmaz. İçlerinden bazıları gerçek sanatkârdırlar. Nedense tutunamamış, yahut vaktiyle tutunmuş da şimdi zamanları geçmiş, ve böylece sokak çalgıcılığında karar kılmışlardır.
Öyle güzel keman, öyl güzel saksafon dinlendiği olur ki sokaklarda!..
Hele gelirler bazan, hafif yağmur çiseliyen bir akşam vakti, daire biçimli büyük Royal Albert Hall konser salonunun duvar kenarında kuyruğa girmiş gişelerin açılmasını beklediğiniz sırada çalmaya başlarlar. Ekseriya, kamburu çıkmış, uzun saçları ağarmış, bembeyaz yüzlü adamlardır. Eğer çaldıkları kemansa, gözleri muhakkak yerde, ıslak kaldırımda bir yere dikili durur. Bilirsiniz ki on - on beş dakika sonra konser salonunda dinliyeceğiniz, Amerika'dan yahut Orta Avrupa'dan gelmiş meşhur kemancı, ondan kat kat iyi çalacaktır. Sokak kemancısınnı çaldığı bayatlamış bir Şopen yahut Şuman'dır, haydi haydi incecikten bir Mozart'tır. İçerde ise, kimbilir, Brahms mı dinliyeceksiniz Hindemidt mi!.. Ama gene de o sokak kemancısı sussun istemezsiniz. Hattâ onun çalgısını bırakıp içeriye, konser salonuna giresiniz gelmez. Konser salonundaki yüksek musikiymiş, usta çalışıymış, aldırmazsınız artık. Onları hayattan uzak görmeye, o nisbette de istihfaf etmeye başlarsınız. Sokak çalgıcısının çaldıkları, hayatın daha içinden gelir. Sanki hayat, sanki Londra keman olmuştur, onu dinliyorsunuzdur.
Bazan da, sislice bir kış gecesi, kapısı bir sokak aralığına açılan bir birahaneden, birahanenin dumanlı, sıcak havasından, başınızda tatlı bir uyuşukluk, dışarı çıkarsınız. Çıkarsınız ki kapının hemen kenarında, acayip kasketli bir kişinin üstüne çarpılmış, sivri sakallı, kırmızı yüzünde alaycı bir gülüş, kısacık boylu bir adam, omuzundan astığı kitarında, neşeli mi hüzünlü mü olduğu kestirilemiyen bir Fransız havası çalıyor. Birahanenin buzlu camından gelen sönük bir ışık adamın kırmızı yüzüne vurmuştur. Dersiniz, imkân yok başkası olamaz; bu, Frans Hals'in kitar çalan adamıdır! Bunca asır sonra dirilip tablosundan çıkmış, bu "Shepherd's Market" (Çoban Pazarı) birahanesinin kapısına gelmiştir.
Sonra latarnacılar... Londra'daki latarnacılar sayılıdır ama, nasıl ederler bilmem, bütün Londr'ya yetişirler. Tabiî, çaldıkları parçalar da iki - üç tanedir. Ama nasıl bir kuştan her öttüğünde başka nağme beklemezseniz, latarnacıların o iki - üç parçasından fazlasını da zaten aramazsınız. İnşallah günün birinde dünyadan dilencilik kalkar, kimse dilenmeye muhtaç olmaz ama, ne yalan söyliyeyim, bence latarnacısız bir Londra'nın tadı yoktur. Hoş zaten dünyada dilenmeye lüzum kalmasa da, ömrünnü sokak sokak latarne çalarak geçirmek istiyecek ağustos böcekleri eksik olmaz herhalde.
Londra'da iken ne zaman latarna sesi duysam, dayanamaz, sırf adama para vermek için yolumu değiştirirdim. Ay sonu bile olsa, cebimde bir paket sigaralıktan bile az para kalmış olsa, gene vermemezlik edemezdim.
Meğer bir ben değilmişim öyle olan.. Bu sefer gittiğimizde, döneceğimizden galiba iki gece önce, Soho'da akşam yemeği yemiştik Soho adı, İngiliz polisiye romanı okumuş olanlara yabancı değildir. Londra'nın en esrarlı bölgesidir. Köşebaşlarında acayip adamlar görürsünüz, kafa kafaya sokulmuş, fıs fıs bir şeyler konuşur, kimbilir ne dolaplar çevirirler Polisçe en namlı gece kulüpleri, gangster yatakları oradadır. Ama Londra'nın en iyi lokantaları da Soho'da bulunur.
İşte o gece, öyle bir Soho lokantasından çıkmış, kapısında taksi bekliyorduk. Bir de baktık, karşı kaldırımda, çizgi çizgi kazaklı, boynu kırmızı eşarplı başında yana eğik kasket, pazıdan şişmiş bir İtalyan, kitar çalıp italyanca şarkılar söylüyor. Bir kısmımızın uykusu gelmişti, taksiye binip gittiler ama Mümtaz Faik Fenik, Agâh Bartu, İngiltere'ye bizimle beraber giden İstanbul Konsolosluğundan Mr. Knock, bir de ben, oradan ayrılamadık; taksiyi savıp, uzun uzun italyan şarkıcıyı dinledik. Derken şarkıcı, uzaktan gözlediği bu zaferinden memnun, yanımıza yaklaştı; baktım hepsi, ceplerinden avuçlarına ne para gelmişse, saymadan, büyülenmiş gibi, adama uzatıyorlar.
Londra sokaklarının bir de piyanisti vardır. Yaşlıca, uzun beyaz saçlı, tombul yanakları aşağı doğru sarkmış, tıpkı Karl Ebert'e benziyen bir adam. Herhalde Alman olacak! Tekerlekli piyanosu, zenginlerin oturduğu bir mahallede bir sokak [...] durur, bir kaç günde bir de sokak değiştirir. Alman piyanist her sabah, yüzünden ve kamburundan Orta Avrupalılık akan, kısa boylu, ihtiyar karısiyle beraber, koltuğunda bir tomar nota, işe gidermiş gibi, piyanosunun başına gelir, akşam hava kararıncaya kadar çalar. Karısı da, baş ucunda, dalgın dalgın onu dinliyerekten sallanır durur. Arasıra piyanonun etrafında insanlar birikir ama, ne onların kimseden para istediğini gördüm, ne de kimsenin onlara para verdiğini... Kimbilir, belki de elâleme iyilik olsun diye çalıyorlardır.
Ayrıca, müzisyenlikle hiç ilişiği olmayıp sırf dilenmek için bir takım sesler çıkaranlar da vardır. Bunlardan biri, Oxford Streed adlı işlek caddede, bir duvar dibinde durup gramofon çalar. Ona, militarist adını takmıştım Çünkü adam kördü Hem de herhalde bir harpte kör olmuştu. Ona rağmen, yaz kış, sabahtan akşama kadar, gramofonda yalnız marş çalar ve durduğu yerde, omuzlrını kısmış, ellerini palto ceplerine sokmuş. ayaklariyle rap rap tempo tutarak ıslıkla o marşlara refakat ederdi. Dört yıl bu böyle devam etmişti. Son defa Londra'ya gittiğimde adamı, gene ayni yerde, ayni vaziyette, marşlara tempo tutar gördüm.
Böyle dilencilerin bir hususiyeti de şıklıklarıdır. Ekseriya pantalonları ütülü, yakaları kolalı ve yüzleri traşlıdır. Gene Oxford Street'in başka bir kör dilencisı vardı. Benim işim de o tarafta olduğu için sabahları ayni otobüsle giderdik. Adam, daireye gider gibi, saat tam onda otobüsten iner, Oxford Street'te, kocaman Selfridges mağazasının önünde bellediği noktaya dikilir, ve sabahtan akşama kadar ayni şarkıyı söylerdi. Yıllarca o şarkı değişmedi. Beyaz kolalı yaka takar, güzel bir muşamba giyerdi.
Bundan sonraki yazımda da size Londra sokaklarının diğer göze çarpan tiplerinden, kaldırım ressamlarından, ayakkabı boyacılarından ve aristokratlarından bahsedeceğim.
Londra tipleri
Sokak çalgıları bir defa çalmaya başladı mı Londra'nın ne kadar sessiz bir şehir olduğu büsbütün farkedilir
Yazan: Bülent Ecevit
1 — Sokak Çalgıcıları.
Daha iki yazı önce Londra'nın sessizliğini anlatmıştım, halbuki şimdi sokak çalgıcılarından bahsediyorum. Ama bazı öyle ses olur ki sessizliği bozmaz; büsbütün derinleştirir, musik gibi bir şey yapıp insana duyurur adetâ
Londra'nın da sokak çalgıcıları, lâternacılar, kemancılar hattâ mızıkacılar, o tıs çıkmayan sokaklarda ,hele günün tenha vakti, çalmaya başladılr mı, Londra'nın ne kadar sessiz şehir olduğu büsbütün farkedilir.
Sokak çalgıcılığı biraz da dilenciliğin yasak olması sayesinde yaşıyor. Bir iş yapmadan, yahut yapıyor görünmeden dilenmek yasak Londra'da. En kolay iş de, galiba, La Fontaine'in ağustos böceği gibi çalgı çalıp şarkı söylemek olduğu için, dilenciliğin yerini çalgıcılık ve şarkıcılık almış .
Ama bu sokak çalgıcılarının hepsine dilenci demek de doğru olmaz. İçlerinden bazıları gerçek sanatkârdırlar. Nedense tutunamamış, yahut vaktiyle tutunmuş da şimdi zamanları geçmiş, ve böylece sokak çalgıcılığında karar kılmışlardır.
Öyle güzel keman, öyl güzel saksafon dinlendiği olur ki sokaklarda!..
Hele gelirler bazan, hafif yağmur çiseliyen bir akşam vakti, daire biçimli büyük Royal Albert Hall konser salonunun duvar kenarında kuyruğa girmiş gişelerin açılmasını beklediğiniz sırada çalmaya başlarlar. Ekseriya, kamburu çıkmış, uzun saçları ağarmış, bembeyaz yüzlü adamlardır. Eğer çaldıkları kemansa, gözleri muhakkak yerde, ıslak kaldırımda bir yere dikili durur. Bilirsiniz ki on - on beş dakika sonra konser salonunda dinliyeceğiniz, Amerika'dan yahut Orta Avrupa'dan gelmiş meşhur kemancı, ondan kat kat iyi çalacaktır. Sokak kemancısınnı çaldığı bayatlamış bir Şopen yahut Şuman'dır, haydi haydi incecikten bir Mozart'tır. İçerde ise, kimbilir, Brahms mı dinliyeceksiniz Hindemidt mi!.. Ama gene de o sokak kemancısı sussun istemezsiniz. Hattâ onun çalgısını bırakıp içeriye, konser salonuna giresiniz gelmez. Konser salonundaki yüksek musikiymiş, usta çalışıymış, aldırmazsınız artık. Onları hayattan uzak görmeye, o nisbette de istihfaf etmeye başlarsınız. Sokak çalgıcısının çaldıkları, hayatın daha içinden gelir. Sanki hayat, sanki Londra keman olmuştur, onu dinliyorsunuzdur.
Bazan da, sislice bir kış gecesi, kapısı bir sokak aralığına açılan bir birahaneden, birahanenin dumanlı, sıcak havasından, başınızda tatlı bir uyuşukluk, dışarı çıkarsınız. Çıkarsınız ki kapının hemen kenarında, acayip kasketli bir kişinin üstüne çarpılmış, sivri sakallı, kırmızı yüzünde alaycı bir gülüş, kısacık boylu bir adam, omuzundan astığı kitarında, neşeli mi hüzünlü mü olduğu kestirilemiyen bir Fransız havası çalıyor. Birahanenin buzlu camından gelen sönük bir ışık adamın kırmızı yüzüne vurmuştur. Dersiniz, imkân yok başkası olamaz; bu, Frans Hals'in kitar çalan adamıdır! Bunca asır sonra dirilip tablosundan çıkmış, bu "Shepherd's Market" (Çoban Pazarı) birahanesinin kapısına gelmiştir.
Sonra latarnacılar... Londra'daki latarnacılar sayılıdır ama, nasıl ederler bilmem, bütün Londr'ya yetişirler. Tabiî, çaldıkları parçalar da iki - üç tanedir. Ama nasıl bir kuştan her öttüğünde başka nağme beklemezseniz, latarnacıların o iki - üç parçasından fazlasını da zaten aramazsınız. İnşallah günün birinde dünyadan dilencilik kalkar, kimse dilenmeye muhtaç olmaz ama, ne yalan söyliyeyim, bence latarnacısız bir Londra'nın tadı yoktur. Hoş zaten dünyada dilenmeye lüzum kalmasa da, ömrünnü sokak sokak latarne çalarak geçirmek istiyecek ağustos böcekleri eksik olmaz herhalde.
Londra'da iken ne zaman latarna sesi duysam, dayanamaz, sırf adama para vermek için yolumu değiştirirdim. Ay sonu bile olsa, cebimde bir paket sigaralıktan bile az para kalmış olsa, gene vermemezlik edemezdim.
Meğer bir ben değilmişim öyle olan.. Bu sefer gittiğimizde, döneceğimizden galiba iki gece önce, Soho'da akşam yemeği yemiştik Soho adı, İngiliz polisiye romanı okumuş olanlara yabancı değildir. Londra'nın en esrarlı bölgesidir. Köşebaşlarında acayip adamlar görürsünüz, kafa kafaya sokulmuş, fıs fıs bir şeyler konuşur, kimbilir ne dolaplar çevirirler Polisçe en namlı gece kulüpleri, gangster yatakları oradadır. Ama Londra'nın en iyi lokantaları da Soho'da bulunur.
İşte o gece, öyle bir Soho lokantasından çıkmış, kapısında taksi bekliyorduk. Bir de baktık, karşı kaldırımda, çizgi çizgi kazaklı, boynu kırmızı eşarplı başında yana eğik kasket, pazıdan şişmiş bir İtalyan, kitar çalıp italyanca şarkılar söylüyor. Bir kısmımızın uykusu gelmişti, taksiye binip gittiler ama Mümtaz Faik Fenik, Agâh Bartu, İngiltere'ye bizimle beraber giden İstanbul Konsolosluğundan Mr. Knock, bir de ben, oradan ayrılamadık; taksiyi savıp, uzun uzun italyan şarkıcıyı dinledik. Derken şarkıcı, uzaktan gözlediği bu zaferinden memnun, yanımıza yaklaştı; baktım hepsi, ceplerinden avuçlarına ne para gelmişse, saymadan, büyülenmiş gibi, adama uzatıyorlar.
Londra sokaklarının bir de piyanisti vardır. Yaşlıca, uzun beyaz saçlı, tombul yanakları aşağı doğru sarkmış, tıpkı Karl Ebert'e benziyen bir adam. Herhalde Alman olacak! Tekerlekli piyanosu, zenginlerin oturduğu bir mahallede bir sokak [...] durur, bir kaç günde bir de sokak değiştirir. Alman piyanist her sabah, yüzünden ve kamburundan Orta Avrupalılık akan, kısa boylu, ihtiyar karısiyle beraber, koltuğunda bir tomar nota, işe gidermiş gibi, piyanosunun başına gelir, akşam hava kararıncaya kadar çalar. Karısı da, baş ucunda, dalgın dalgın onu dinliyerekten sallanır durur. Arasıra piyanonun etrafında insanlar birikir ama, ne onların kimseden para istediğini gördüm, ne de kimsenin onlara para verdiğini... Kimbilir, belki de elâleme iyilik olsun diye çalıyorlardır.
Ayrıca, müzisyenlikle hiç ilişiği olmayıp sırf dilenmek için bir takım sesler çıkaranlar da vardır. Bunlardan biri, Oxford Streed adlı işlek caddede, bir duvar dibinde durup gramofon çalar. Ona, militarist adını takmıştım Çünkü adam kördü Hem de herhalde bir harpte kör olmuştu. Ona rağmen, yaz kış, sabahtan akşama kadar, gramofonda yalnız marş çalar ve durduğu yerde, omuzlrını kısmış, ellerini palto ceplerine sokmuş. ayaklariyle rap rap tempo tutarak ıslıkla o marşlara refakat ederdi. Dört yıl bu böyle devam etmişti. Son defa Londra'ya gittiğimde adamı, gene ayni yerde, ayni vaziyette, marşlara tempo tutar gördüm.
Böyle dilencilerin bir hususiyeti de şıklıklarıdır. Ekseriya pantalonları ütülü, yakaları kolalı ve yüzleri traşlıdır. Gene Oxford Street'in başka bir kör dilencisı vardı. Benim işim de o tarafta olduğu için sabahları ayni otobüsle giderdik. Adam, daireye gider gibi, saat tam onda otobüsten iner, Oxford Street'te, kocaman Selfridges mağazasının önünde bellediği noktaya dikilir, ve sabahtan akşama kadar ayni şarkıyı söylerdi. Yıllarca o şarkı değişmedi. Beyaz kolalı yaka takar, güzel bir muşamba giyerdi.
Bundan sonraki yazımda da size Londra sokaklarının diğer göze çarpan tiplerinden, kaldırım ressamlarından, ayakkabı boyacılarından ve aristokratlarından bahsedeceğim.
Collection
Citation
“Londra Tipleri,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, accessed November 21, 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/346.