Yeni Bir Hamlet
Başlık:
Yeni Bir Hamlet
Kaynak:
Ulus, "İngiltere Notları", s. 4
Tarih:
1951-07-23
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/18
Metin:
İngiltere notları:
Yeni bir Hamlet
Alec Guiness’in Hamlet’inde sahiden delirmiş bir Ophelia gördüm
Bülent ECEVİT
Hamlet, memleketimizde sık sık oynanan, dilimize bir kaç tercümesi olan bir piyestir. Laurence Oliver’nin çevirdiği Hamlet filmi de sinemalarımızda uzun zaman gösterilmiş, çoğu aydınlarımız tarafından görülmüştür. Onun için, yabancı bir memlekete dair bir yazı serisinde bir Hamlet temsilinden bahsetmem yersiz görülmez umuyorum.
Alec Guinness’i belki görmüşsünüzdür. Oliver Tvist adında bir film gelmişti. Charles Dickens’in bir romanından alınmış... O filmde Fagin rolünü, çocuk kaçıran, uzun burunlu, cüppeli bir Yahudi rolünü oynuyordu.
Bence bu Alec Guinness İngilizlerin de, bildiğim kadar dünyanın da en büyük aktörüdür. Bu büyük meziyetlerinden biri tipi olmayışıdır. Bu kadar tipi olmıyan başka artist tanımıyorum. Meselâ Laurence Oliver, John Guilguld, Jean Luis Barroult, hangi piyeste, hangi filmde görseniz aynı adamdırlar. Rolleri değişir, kendileri değişmez. Alec Guinness’i ise bir rolden bir role tanıyamazsınız. Yüzünü, vücudunu bile tanıyamazsınız. Bu kaabiliyeti ona, sahnede olsun perdede olsun uçsuz bucaksız yaratıcılık imkânları veriyor.
Galiba buraya gelmedi. “Kind Hearts and Coronets” adlı bir İngiliz filminde 7 rolü birden oynuyordu. İçlerinden biri de bir kadın rolü idi.
Onu ilk defa, 4 yıl kadar önce, Shakespeare’in Richard II trajedisinde görmüştüm. Ertesi gün aynı tiyatroya gittim, Ben Jonson’un “Alchemist” (Simyacı) adlı bir komedisi oynuyordu. Baş rolde Ralph Richardson vardı. Ama benim asıl gözüme çarpan, tütüncü rolündeki, soytarı, budala halli bir artist olmuştu. İçimden, meğer Alec Guinness kadar büyük bir aktör daha varmış, ama ikisi de bambaşka tipte insanlar, diyordum. Salon aydınlanıp programa bakınca gördüm ki o da Alec Guinness’miş. Münavebe ile, bir gün romantik ve isterik bir kral rolünde, bir gün, o karakterle zerre kadar alâkası olmıyan, budala, soytarı kılıklı bir tütüncü rolünde oynuyordu.
Alec Guinness’in ikinci meziyeti de çok duyan, kafası çok işliyen, ve çok okuyan bir aktör ve rejisör oluşudur. Onun için her oynadığı rolü kendi anladığı şekilde tefsîr eder. Her rolde bir inkılâp yapar. Ama, Orson Welles’inkiler gibi zıpır inkılâp, lâf olsun diye inkılâp değil. Yaptığı inkılâbı sapasağlam temellere oturtmasını ve dört başı mamur bir bina gibi kurmasını da bilir.
İşte bu aktör, Festival münasebetiyle Hamlet’i oynıyacakmış!.. Haberi ilk duyduğum zaman, İngiltere’de olmadığıma yandım. İngiliz Hükümetinin dâvet ettiği bir gazeteciler heyetine dahil olunca da, herşeyden önce Hamlet’te Alec Guinness’i göreceğimi düşünerek sevindim.
Ne yalan söyliyeyim, ben Hamlet’i hiç sevmezdim. İstanbul ve Ankara’da birer kere görmüştüm. Laurence Oliver’nin filmini bir sene kadar önce de Londra’da, değerli aktörlerden Michael Redgrave’in Hamlet’ini seyretmiştim. Ayrıca piyesi birkaç defa okumuştum ama, herhalde okurken de gördüğüm temsillerin tesiri altında kalıyordum. Ve bir türlü o ünlü piyesten zevk alabilmek bana nasip olmamıştı. Tek ümidim Alec Guinness’deydi. Bir gün Alec Guinnes Hamlet’i oynasa da, derdim, belki o zaman görüşüm değişir!
Biz gitmeden iki hafta kadar önce, mayıs ortalarında, piyes sahneye konmuştu. Gelen gazete ve dergilerden tenkidleri okuyordum. İngiltere’nin hemen bütün münekkitleri açmış ağzını yummuştu gözünü. Demedikleri kalmamıştı. Yok Hamlet rolünü bu ne biçim tefsirmiş, yok Hamlet sahneye sivri sakallı çıkar mıymış (adamcağız, öyle çıkması gerektiğini vesîkalarla isbat etmiş ama, sonunda sakalını kesmek zorunda kalmış), hele diğer aktörler de kim oluyormuş, enti püften aktörlermiş; o ne mene kral, o ne biçim Ophelia imiş! Hele sahneler ne kadar karanlıkmış!
Ama benim imanım sarsılmamıştı. Bu yiğitin elbette Hamlet’te de başka türlü bir yoğurt yiyişi olacaktı!
Onun için, Londra’ya vardığımızın ertesi sabahı, nazik ev sahiplerimiz, işte programınız bu, bundan başka dileyin bizden ne dilersiniz deyince, ben “Hamlet” diye atıldım. Ama, dediler, münekkitler beğenmiyor bu Hamlet’i! Siz münekkitlere bakmayın, dedim! Böylece, döneceğimizden üç gün öncesi programımızda bir boş yer bularak Hamlet’i oraya sığdırdık.
Salonun yarısından çoğu boştu!
Meğer şimdiye kadar bütün aktör ve rejisözler, dünyanın bu belki en tanınmış piyesinde, hep yanlış bir kapıyı zorlamışlarmış! Meğer sanırlarmış ki Hamlet rolünde kendilerinden bir evvelki aktöre nazaran biraz daha çok bağırıp çağırıp, etrafa biraz daha çok tükürük saçarlarsa, kral rolünde daha tepeden atar, daha sert sert bakarlarsa, Ophelia rolünde daha incelip nazlanır, daha kırılıp dökülür, etrafa daha zarifane çiçek saçarlarsa, ve hayaleti daha esrarlı bir hale sokarlarsa, daha çok muvaffak olacaklarmış!
Oysa ki, dediğim gibi, meğer zorladıkları kapı yanlış kapıymış. Onun için bu kapıyı ne kadar zorlarlarsa o kadar gülünç duruma düşerlermiş.
Alec Guinness’in Hamlet’inde (rejisör de oydu), bir kere, eserin ne kadar mizah, ne kadar espri dolu bir piyes olduğunu anladım. Akla gelir miydi ki bir Hamlet temsilinde, hem de en dehşet verici sahnelerden bazısında, seyirciler arasından zaman zaman kahkahalar yükselsin!.. Meğer Shakespeare, birçok yerleri insanın asabını gergin bir halde tutan bu piyese, yer yer, ne kadar hesaplı kitaplı, gülme, gevşeme imkânları serpiştirmiş! Alec Guinness’e gelinceye kadar hiçbir aktör, hiçbir rejisör görmemiş, sezememiş o imkânları.
Temsil gayet realistti. Yüz yıllardır yüzlerce münekkidin, mütefekkirin, edîbin, sahne vazıının Hamlet’e yüklediği ağırlık ve ziynetlerden kurtulmuştu.
Hayalet, etrafında ne tül ne duman, normal bir insan gibi sahneye giriyordu. Mademki Hamlet kendisini öyle görüyordu, onun da öyle görünmesi gerekmez miydi? Bu sayede o, uzun sözlerin, bir hayalet ağzından nasıl çıkacağı meselesi de kendiliğinden hallolmuştu. Gayet tabiî konuşuyordu.
İlk defa sahiden delirmiş bir Ophelia gördüm. Ophelia vaziyetinde bir insanın sahici bir tımarhanede vaziyeti ne olabilirdi ise öyleydi bu Ophelia. Ne en ufak bir yapmacık, ne naz ne kırıtma, ne de etrafa romantik romantik çiçek saçma. Hiçbiri yoktu. Düpedüz delirmiş bir Ophelia idi bu. Hamlet filmindeki Jean Simmons’u hatırladım; Bir Hollywood mankeni (artisti) gibi kalmıştı.
Kralda ne azamet, ne hiddet, ne bağırıp çağırma, hiçbiri yoktu. Temsilin başından itibaren bu, ağır bir vicdan azabı ve meçhul korkular altında ezilmiş, küçülmüş, zavallılaşmış, sesi bile ürkek çıkan, gözleri bile ürkek bakan bir kraldı. Piyesin bir sahnesinde ümitsiz bir halde Tanrıya dua etmek istiyen ve duaya bile dili varmıyan bir insan, şimdiye kadar nasıl olmuş da bundan başka türlü tasavvur edilebilmiş!
Bizzat Hamlet’e gelince, o, babasının hayaletinden cinayeti öğrendiği anda sanki üzerinden görülmez bir ışık geçmiş gibi oluyor ve değişiveriyordu. Seyirci derhal hissediyordu ki o andan itibaren Hamlet’in ruhî hayatı karışmış, içindeki muvazene sarsılmıştır. Artık Hamlet, kafası sağlam kalmakla beraber, ruhî hayatının bir tarafiyle başka bir insan, marazî bir insan olmuştur. Bu ayırmayı başta yapabilmek sayesinde, piyesin sonuna kadar, Hamlet’teki deliliğin ne kadarı gerçek ne kadarı roldür, seyirci bunu kolaylıkla görebiliyordu.
Dekor ve kıyafetler çok sadeydi ve her bakımdan Rembrant’ın tablolarını andırıyordu. Sahnelerde insanların duruşu, hareketleri bile -vaziyetler mütemadiyen değişmesine rağmen- biribiri ardısıra adetâ Rembrandt kompozisyonları meydana getiriyordu. Sahnenin aydınlık olmayışı da bundan ileri geliyordu. Chiaroscuro’suz Rembrandt tablosu olmazdı; yâni renklerin ancak gölgedeki değerleriyle meydana çıkarılması lâzımdı. Münekkitlerin sahnede daha fazla ışık istemesi, bir Rembrandt resminde Botticelli’nin aydınlığını aramıya benzerdi.
Bu güzel temsil, ancak 6 hafta sürebildi. Okudum ki biz döndükten iki hafta sonra kapanmış. Münekkitlerin intikal kuvveti biraz ağır işlemiş olacak; şimdi şimdi yaptıklarından pişmanlık duymıya, ilk intibalarını değiştirdiklerini yazmıya başladılar.
Bu temsilin macerası da gösteriyor ki sanatkârın derdi her yerde birdir. Her memlekette cemiyet geçek yaratışa, böyle bir yaratıştan doğan yeniliğe düşmandır. Bu, yaratamamanın doğurduğu bir kompleks midir, bilmem! Eğer öyle ise, bir tesellî payı da çıkarılabilir. Çünkü böyle bir kompleks, bütün insanlarda yaratmanın bir ihtiyaç olduğuna işarettir. Böyle bir ihtiyacın mayası, guddelerimizde olsun yaşasın da şimdilik meydana çıkamasın, zararı yok!
Henüz insanlığın devri dolmamış, vakit geçmemiş demektir.
Yalnız bazı münekkitlerde bu yaratma kompleksinin tezahürleri büsbütün şiddetli oluyor. Onun için gönül ister ki münekkitler ya yaratıcı insan olsunlar, ya da önce bir psikanalistin elinden geçip öyle tenkide başlasınlar! Yoksa gerçek sanatkârın işi büsbütün güçleşir. Zaten karşısında kendisini bir kaşık suda boğmaya hazır bir topluluk vardır, aracılık etmesi gereken münekkit de aleyhinde cephe alırsa sanatkârın hâli ne olur?
Fakat Alec Guinness’e, salonun yarısını güç dolduran seyircileri en büyük tesellisini veriyordu. İngiltere’de bir çok tiyatrolara gitmiştim, hiçbir temsilin bu kadar alkışlandığını, bu kadar coşkun tezahüratla karşılandığını görmedim. Oradaki bir avuç seyrci, sanatkâr için, yıllarca bir "Oklahoma" rövüsünü tıklım tıklım dolduran milyonlarca seyirciden herhalde çok daha makbuldü. Israrlı alkışlar üzerine nihayet seyircilerle konuşmaya karar verdiği zaman, Alec Guinness, ağlıyacak gibiydi, sesi titriyordu.
Bir dileğim var: Birgün bu sanatkârın bizim sahnemize de yolu düşse! insan, sevdiği şeyi bütün sevdikleri görsün ister!
Yeni bir Hamlet
Alec Guiness’in Hamlet’inde sahiden delirmiş bir Ophelia gördüm
Bülent ECEVİT
Hamlet, memleketimizde sık sık oynanan, dilimize bir kaç tercümesi olan bir piyestir. Laurence Oliver’nin çevirdiği Hamlet filmi de sinemalarımızda uzun zaman gösterilmiş, çoğu aydınlarımız tarafından görülmüştür. Onun için, yabancı bir memlekete dair bir yazı serisinde bir Hamlet temsilinden bahsetmem yersiz görülmez umuyorum.
Alec Guinness’i belki görmüşsünüzdür. Oliver Tvist adında bir film gelmişti. Charles Dickens’in bir romanından alınmış... O filmde Fagin rolünü, çocuk kaçıran, uzun burunlu, cüppeli bir Yahudi rolünü oynuyordu.
Bence bu Alec Guinness İngilizlerin de, bildiğim kadar dünyanın da en büyük aktörüdür. Bu büyük meziyetlerinden biri tipi olmayışıdır. Bu kadar tipi olmıyan başka artist tanımıyorum. Meselâ Laurence Oliver, John Guilguld, Jean Luis Barroult, hangi piyeste, hangi filmde görseniz aynı adamdırlar. Rolleri değişir, kendileri değişmez. Alec Guinness’i ise bir rolden bir role tanıyamazsınız. Yüzünü, vücudunu bile tanıyamazsınız. Bu kaabiliyeti ona, sahnede olsun perdede olsun uçsuz bucaksız yaratıcılık imkânları veriyor.
Galiba buraya gelmedi. “Kind Hearts and Coronets” adlı bir İngiliz filminde 7 rolü birden oynuyordu. İçlerinden biri de bir kadın rolü idi.
Onu ilk defa, 4 yıl kadar önce, Shakespeare’in Richard II trajedisinde görmüştüm. Ertesi gün aynı tiyatroya gittim, Ben Jonson’un “Alchemist” (Simyacı) adlı bir komedisi oynuyordu. Baş rolde Ralph Richardson vardı. Ama benim asıl gözüme çarpan, tütüncü rolündeki, soytarı, budala halli bir artist olmuştu. İçimden, meğer Alec Guinness kadar büyük bir aktör daha varmış, ama ikisi de bambaşka tipte insanlar, diyordum. Salon aydınlanıp programa bakınca gördüm ki o da Alec Guinness’miş. Münavebe ile, bir gün romantik ve isterik bir kral rolünde, bir gün, o karakterle zerre kadar alâkası olmıyan, budala, soytarı kılıklı bir tütüncü rolünde oynuyordu.
Alec Guinness’in ikinci meziyeti de çok duyan, kafası çok işliyen, ve çok okuyan bir aktör ve rejisör oluşudur. Onun için her oynadığı rolü kendi anladığı şekilde tefsîr eder. Her rolde bir inkılâp yapar. Ama, Orson Welles’inkiler gibi zıpır inkılâp, lâf olsun diye inkılâp değil. Yaptığı inkılâbı sapasağlam temellere oturtmasını ve dört başı mamur bir bina gibi kurmasını da bilir.
İşte bu aktör, Festival münasebetiyle Hamlet’i oynıyacakmış!.. Haberi ilk duyduğum zaman, İngiltere’de olmadığıma yandım. İngiliz Hükümetinin dâvet ettiği bir gazeteciler heyetine dahil olunca da, herşeyden önce Hamlet’te Alec Guinness’i göreceğimi düşünerek sevindim.
Ne yalan söyliyeyim, ben Hamlet’i hiç sevmezdim. İstanbul ve Ankara’da birer kere görmüştüm. Laurence Oliver’nin filmini bir sene kadar önce de Londra’da, değerli aktörlerden Michael Redgrave’in Hamlet’ini seyretmiştim. Ayrıca piyesi birkaç defa okumuştum ama, herhalde okurken de gördüğüm temsillerin tesiri altında kalıyordum. Ve bir türlü o ünlü piyesten zevk alabilmek bana nasip olmamıştı. Tek ümidim Alec Guinness’deydi. Bir gün Alec Guinnes Hamlet’i oynasa da, derdim, belki o zaman görüşüm değişir!
Biz gitmeden iki hafta kadar önce, mayıs ortalarında, piyes sahneye konmuştu. Gelen gazete ve dergilerden tenkidleri okuyordum. İngiltere’nin hemen bütün münekkitleri açmış ağzını yummuştu gözünü. Demedikleri kalmamıştı. Yok Hamlet rolünü bu ne biçim tefsirmiş, yok Hamlet sahneye sivri sakallı çıkar mıymış (adamcağız, öyle çıkması gerektiğini vesîkalarla isbat etmiş ama, sonunda sakalını kesmek zorunda kalmış), hele diğer aktörler de kim oluyormuş, enti püften aktörlermiş; o ne mene kral, o ne biçim Ophelia imiş! Hele sahneler ne kadar karanlıkmış!
Ama benim imanım sarsılmamıştı. Bu yiğitin elbette Hamlet’te de başka türlü bir yoğurt yiyişi olacaktı!
Onun için, Londra’ya vardığımızın ertesi sabahı, nazik ev sahiplerimiz, işte programınız bu, bundan başka dileyin bizden ne dilersiniz deyince, ben “Hamlet” diye atıldım. Ama, dediler, münekkitler beğenmiyor bu Hamlet’i! Siz münekkitlere bakmayın, dedim! Böylece, döneceğimizden üç gün öncesi programımızda bir boş yer bularak Hamlet’i oraya sığdırdık.
Salonun yarısından çoğu boştu!
Meğer şimdiye kadar bütün aktör ve rejisözler, dünyanın bu belki en tanınmış piyesinde, hep yanlış bir kapıyı zorlamışlarmış! Meğer sanırlarmış ki Hamlet rolünde kendilerinden bir evvelki aktöre nazaran biraz daha çok bağırıp çağırıp, etrafa biraz daha çok tükürük saçarlarsa, kral rolünde daha tepeden atar, daha sert sert bakarlarsa, Ophelia rolünde daha incelip nazlanır, daha kırılıp dökülür, etrafa daha zarifane çiçek saçarlarsa, ve hayaleti daha esrarlı bir hale sokarlarsa, daha çok muvaffak olacaklarmış!
Oysa ki, dediğim gibi, meğer zorladıkları kapı yanlış kapıymış. Onun için bu kapıyı ne kadar zorlarlarsa o kadar gülünç duruma düşerlermiş.
Alec Guinness’in Hamlet’inde (rejisör de oydu), bir kere, eserin ne kadar mizah, ne kadar espri dolu bir piyes olduğunu anladım. Akla gelir miydi ki bir Hamlet temsilinde, hem de en dehşet verici sahnelerden bazısında, seyirciler arasından zaman zaman kahkahalar yükselsin!.. Meğer Shakespeare, birçok yerleri insanın asabını gergin bir halde tutan bu piyese, yer yer, ne kadar hesaplı kitaplı, gülme, gevşeme imkânları serpiştirmiş! Alec Guinness’e gelinceye kadar hiçbir aktör, hiçbir rejisör görmemiş, sezememiş o imkânları.
Temsil gayet realistti. Yüz yıllardır yüzlerce münekkidin, mütefekkirin, edîbin, sahne vazıının Hamlet’e yüklediği ağırlık ve ziynetlerden kurtulmuştu.
Hayalet, etrafında ne tül ne duman, normal bir insan gibi sahneye giriyordu. Mademki Hamlet kendisini öyle görüyordu, onun da öyle görünmesi gerekmez miydi? Bu sayede o, uzun sözlerin, bir hayalet ağzından nasıl çıkacağı meselesi de kendiliğinden hallolmuştu. Gayet tabiî konuşuyordu.
İlk defa sahiden delirmiş bir Ophelia gördüm. Ophelia vaziyetinde bir insanın sahici bir tımarhanede vaziyeti ne olabilirdi ise öyleydi bu Ophelia. Ne en ufak bir yapmacık, ne naz ne kırıtma, ne de etrafa romantik romantik çiçek saçma. Hiçbiri yoktu. Düpedüz delirmiş bir Ophelia idi bu. Hamlet filmindeki Jean Simmons’u hatırladım; Bir Hollywood mankeni (artisti) gibi kalmıştı.
Kralda ne azamet, ne hiddet, ne bağırıp çağırma, hiçbiri yoktu. Temsilin başından itibaren bu, ağır bir vicdan azabı ve meçhul korkular altında ezilmiş, küçülmüş, zavallılaşmış, sesi bile ürkek çıkan, gözleri bile ürkek bakan bir kraldı. Piyesin bir sahnesinde ümitsiz bir halde Tanrıya dua etmek istiyen ve duaya bile dili varmıyan bir insan, şimdiye kadar nasıl olmuş da bundan başka türlü tasavvur edilebilmiş!
Bizzat Hamlet’e gelince, o, babasının hayaletinden cinayeti öğrendiği anda sanki üzerinden görülmez bir ışık geçmiş gibi oluyor ve değişiveriyordu. Seyirci derhal hissediyordu ki o andan itibaren Hamlet’in ruhî hayatı karışmış, içindeki muvazene sarsılmıştır. Artık Hamlet, kafası sağlam kalmakla beraber, ruhî hayatının bir tarafiyle başka bir insan, marazî bir insan olmuştur. Bu ayırmayı başta yapabilmek sayesinde, piyesin sonuna kadar, Hamlet’teki deliliğin ne kadarı gerçek ne kadarı roldür, seyirci bunu kolaylıkla görebiliyordu.
Dekor ve kıyafetler çok sadeydi ve her bakımdan Rembrant’ın tablolarını andırıyordu. Sahnelerde insanların duruşu, hareketleri bile -vaziyetler mütemadiyen değişmesine rağmen- biribiri ardısıra adetâ Rembrandt kompozisyonları meydana getiriyordu. Sahnenin aydınlık olmayışı da bundan ileri geliyordu. Chiaroscuro’suz Rembrandt tablosu olmazdı; yâni renklerin ancak gölgedeki değerleriyle meydana çıkarılması lâzımdı. Münekkitlerin sahnede daha fazla ışık istemesi, bir Rembrandt resminde Botticelli’nin aydınlığını aramıya benzerdi.
Bu güzel temsil, ancak 6 hafta sürebildi. Okudum ki biz döndükten iki hafta sonra kapanmış. Münekkitlerin intikal kuvveti biraz ağır işlemiş olacak; şimdi şimdi yaptıklarından pişmanlık duymıya, ilk intibalarını değiştirdiklerini yazmıya başladılar.
Bu temsilin macerası da gösteriyor ki sanatkârın derdi her yerde birdir. Her memlekette cemiyet geçek yaratışa, böyle bir yaratıştan doğan yeniliğe düşmandır. Bu, yaratamamanın doğurduğu bir kompleks midir, bilmem! Eğer öyle ise, bir tesellî payı da çıkarılabilir. Çünkü böyle bir kompleks, bütün insanlarda yaratmanın bir ihtiyaç olduğuna işarettir. Böyle bir ihtiyacın mayası, guddelerimizde olsun yaşasın da şimdilik meydana çıkamasın, zararı yok!
Henüz insanlığın devri dolmamış, vakit geçmemiş demektir.
Yalnız bazı münekkitlerde bu yaratma kompleksinin tezahürleri büsbütün şiddetli oluyor. Onun için gönül ister ki münekkitler ya yaratıcı insan olsunlar, ya da önce bir psikanalistin elinden geçip öyle tenkide başlasınlar! Yoksa gerçek sanatkârın işi büsbütün güçleşir. Zaten karşısında kendisini bir kaşık suda boğmaya hazır bir topluluk vardır, aracılık etmesi gereken münekkit de aleyhinde cephe alırsa sanatkârın hâli ne olur?
Fakat Alec Guinness’e, salonun yarısını güç dolduran seyircileri en büyük tesellisini veriyordu. İngiltere’de bir çok tiyatrolara gitmiştim, hiçbir temsilin bu kadar alkışlandığını, bu kadar coşkun tezahüratla karşılandığını görmedim. Oradaki bir avuç seyrci, sanatkâr için, yıllarca bir "Oklahoma" rövüsünü tıklım tıklım dolduran milyonlarca seyirciden herhalde çok daha makbuldü. Israrlı alkışlar üzerine nihayet seyircilerle konuşmaya karar verdiği zaman, Alec Guinness, ağlıyacak gibiydi, sesi titriyordu.
Bir dileğim var: Birgün bu sanatkârın bizim sahnemize de yolu düşse! insan, sevdiği şeyi bütün sevdikleri görsün ister!
Koleksiyon
Alıntı
“Yeni Bir Hamlet,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 9 Ekim 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/343 ulaşıldı.