Londra ve Londralı
Başlık:
Londra ve Londralı
Kaynak:
Ulus, "İngiltere Notları", s. 4
Tarih:
1951-07-01
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı, 152/18
Metin:
İngiltere notları:
LONDRA VE LONDRALI
Yaşanıp duyulacak bir şehir
Yazan: Bülent ECEVİT
Gerçek büyük şehirlerin bir insan tarafı olur. Kaldırımında yürürken, ayağınızın altındaki taşmış gibi gelmez; her attığınız adımda siz şehri duyarsınız. Şehir sanki sizi... Yabancı iseniz hem bütün kalabalığa rağmen yalnız kalır, hem de o yalnızlık içinde sizi dinliyen, gölge gibi beraberinizde dolaşan biri varmış sanırsınız.
Londra da öyledir. İstanbul ile arasında hiç benzerlik yoktur ama istanbul kadar yaşıyan, insan tarafı olan bir şehirdir.
Londra belki güzel değildir. Belki diyorum, çünkü bir zaman kaldıktan sonra insan Londra'da güzellik aramaz. Ancak insana, Londra güzel şehir sayılamazmş gibi gelir. Birbirine benziyen çoğu ağaçsız sokakları, boydan boya birbirinin aynı evlerle doludur. Binalar kurumdan kapkaradır. Birkaç yüz metre ilerinizde her şey kara bir silûet halini alır. Belki bir nehrin bu kasveti biraz olsun gidereceği düşünülebilir; halbuki Taymis nehri hem bulanıktır, hem de Londra'yı görmiyenlerin sandıkları gibi şehrin bir parçası değildir şehrin kıyısında köşesinde kalmıştır. Waterloo Köprüsü güzelcedir ama, yalnız "Vaterloo Köprüsü" filmini görmüş yabancılar gidip bu köprünün parmaklıklarından Taymis sularma bakmak hevesini duyarlar.
Fakat kısa zaman içinde insan Londra'ya öyle bağlanır ki artık gözü güzelliğini çirkinliğini görmez olur ve sanki taştan, tuğladan, çelikten bir şehir değil, manevi bir şey severmiş gibi Londra'yı sevmeğe başlar.
Kısacası, Londra gezilip görülecek değil, yaşanıp duyulacak bir şehirdir.
Londra, İngilizlerin hayat tarzı ile da kaynaşmış haldedir; âdeta o hayat tarzı ile bu şehir birbiri için yapılmıştır.
İngilizler ne kadar içlerine kapalı, evcil insanlarsa Londra da insanı o kadar içine kapanmaya, evcil olmaya zorlıyan bir şehirdir. İnsanın Londra sokaklarında Paris sokakları gibi sürtesi gelmez. Paris ve Roma'nın yollar boyunca sıra sıra uzıyan kahveleri, ve o kahvelerin yaşattığı, tâbir caizse, kaldırım medeniyeti, yani kaldırımlara, sokaklara taşmış o hayat kaynaşması Londra'da yoktur.
Londra'da zaten eğlence azdır. Olduğu kadarı da kalın duvarlar, hiç değilse buzlu camlar ardında saklıdır. Kulüpleriyle meşhur Londra'da kulüpler göze görünmez. Hemen her köşe başında rastlanan birahanelerin içi görülmez. Ne birahane ve lokantalardan, ne kulüplerden ne de evlerden sokağa bir notacık olsun musiki dağılmaz. Koca Londra'da iki bina gördüm ki pencerelerinden caz ve şarkı sesi taşsın. Biri Park Street'te, Amerikan subaylarının, diğeri de Hallam Street'te, bir havranın karşısında Musevilerin kulübü...
Böyle tek tük ecnebi köşeler hariç, Londra'da tıs yoktur. Korna yasağı olmadığı halde korna bile çalınmaz. Bir otomobilin korna, çaldığı bir yaya, dikkatsiz yürüyüşü ile şoförü kendine küfretmek zorunda bırakmış sayılır. Onun için Londra'da yayaların en çok dikkat ettikleri şey, kendilerini böyle bir hakarete maruz bırakmamaktadır.
İngilizler içlerine kapanıktırlar, eğlenceden çekinirler, ses istemezler, şehir ve binalarda güzellik aramazlar, sokaklarında ağaca, yeşilliğe lüzum duymazlar ama, bir yandan da, açık havayı, kırı, yeşilliği ve son seyahatimizdeki yol arkadaşımız Bediî Faik'in bir yazısında uzun uzadıya bahsettiği gibi, ağacı, İngilizler kadar seven millet dünyada yoktur belki..
Londra, millî bir aşka varan bu kır ve ağaç sevgisinin karşılığını parklariyle gösterir. Londra'nın şurasına burasına serpiştirilmiş küçüklü büyüklü parklardan bazısı, bizim küçürek Anadolu kasabalarımızı içine alacak büyüklüktedir.
Birkaçı hariç bu parklarda çiçek tarhı yoktur, yahut köşe bucağa saklanmıştır. İçlerinde inişler, yokuşlar, tepeler vardır. Kadîm ağaçlar parka gelişigüzel dağılmıştır. Bazısının ortasına, sunîliği belirsiz göller yapılmıştır. Bu parklardan birine girip yüz yüzelli metre yürüdünüz mü yüksek ağaçlar size bazan dışarıdaki binaların bacalarını bile göstermez. Dünyanın en büyük, en kalabalık şehrinin ortasında olduğunuzu unutursunuz. Bazan bu parklarda karşınıza koyun sürüleri çıkar. Başlarında çobanları, çıngıraklarını çala çala otlarlar.
Şehrin ortasında koyun sürüsü ne arıyor, diyeceksiniz. Şehir dışında çayır mı yok? Bütün İngiltere çayır doludur ama, koyunların gelip şehir içindeki parklarda otlamasını Londralılar isterlermiş. Çünkü o zaman, bu parkların sahici birer kır olduğuna kendilerini daha kolay kandırabilirlermiş. Hattâ aynı sebepten Londralılar parklarında heykelden bile hoşlanmazlarmış. Hyde Park'ın bir köşesinde kocaman bir Hergül heykeli vardır. Benim hoşuma giderdi. Klâsik vücudu ile o parka yakıştırırdım. Ama sonradan öğrendim ki meğer Londralılar bu heykele çok kızarlarmış. Ellerinden gelse parçalamak isterlermiş. Londralılar da mı Ticanî diyeceksiniz. Ondan değil, o koca heykeli karşılarında gördükçe bir şehir parkında olduklarını unutamaz, kendi kendilerini kırda olduklarına inandırmaktan güçlük çekerlermiş. Yâni heykel işin tabiiliğini bozarmış.
Bu parkların göllerinde incecik kayıklarla dolaşılır. Hyde Park'taki Serpentine gölünde bir boydan bir boya kayıkla gidip gelmek bir saate yakın sürer.
Göllerin bir özelliği de kuğulardır. Kavisin en zarif halini bulmuş mağrur beyaz boyunları, Londra'nın ekseriya gümüş renkli havası içinde keskin bir ışık gibi durur.
Sanki kuğular o göllere, insanlar onların boyunlarına, suda süzülüşlerine dalıp uzaklara doğru hayal kursun diye konmuştur.
Beş yıl kadar önce Londra'ya ilk gittiğim zaman, bir pazar akşamı sular kararacağına yakın, öyle bir göl kenarında durmuş, içimde dayanılmaz bir yalnızlık, bir yurdanma duyuyordum. Bana biraz memleketteymişim hissini verecek, memleketimle Londra arasında incecik de olsa bir hayal köprüsü kuracak hiçbir şey yoktu etrafımda. Derken karşıdan iki kuğu belirdi. Akşamın koyu gümüşî hafif sisli havasından bana doğru, saf birer ışık kadar beyaz, süzülüyorlardı. Birdenbire memleket geldi içime. İlkin anlıyamadım. Neden kuğular bana memleketi duyursun, neden böyle tanıdık gelsinlerdi? Sonra sonra hafızamda Haşim'in kuğulu şiirlerinden mısralar uyanmağa başladı ve o zaman anladım. Sanki bu gurbet elde bir dostur dostu ile karşılaşmıştım. O gün bugündür Haşim'i de kuğuları da daha çok severim. Bir çırpıda şiir hiç yazamazken oracıkta, aklımdan dört mısra kurdum:
Akşam üstü ırak ellerde
Özlerken dostumu eşimi,
Baktım tanıyorda göllerde,
Londralı kuğular Haşim'i.
Londra'dakı park göllerinin kuğuları kadar ördekleri de bana, dokunur, yurdu hatırlatırdı. Buna da bir sabah vakti, daha güneş doğmadan, öyle bir göl kenarına yolumun düşmesi vesile oldu. Londra'da hayat 9 dan sonra başlar. Hele güneş doğmadan sokaklarda çöpçüler bile görülmez. Halbuki baktım, gölde bir ördek ailesi uyanmıştı. Önde bir ana ördek, peşinde bir zaviyenin iki kanadı gibi dizilmiş yavruları, göğün ağarmağa başladığı tarafa doğru gövdeleri hiç kıpırdamadan gidiyorlar. Başları yeşil yeşildi. Hem kimsenin erken kalkmadığı bu şehirde güneş doğmadan uyanıp hayata başlamış olmaları, hem de başlarının yeşil rengi, bana bu ördekler sanki müslümanmış hissini verdi ve gene tâ içimde Türkıye'yi, hem de erken kalkan mUslümanları o kadar bol olan Üsküdar'ı duydum. O sabah da "Müslüman Ördekler" diye bir şiir yazmağa niyet etmiştim ama uykusuzdum, olmadı. Bahsi bile bugüne nasipmiş.
Galiba Londra'dan çok kendi duygularımdan bahsettim. Ama yazımın başında da söylemiştim, Londra görülecek değil, duyulacak bir şehirdir. Onun için, kendi duygularımdan ayrı bir Londra anlatmak, elimden, kalemimden gelmez. Hele bir Londra bahsi bitsin, öbür yazılarımda daha objektif olmağa çalışırım.
LONDRA VE LONDRALI
Yaşanıp duyulacak bir şehir
Yazan: Bülent ECEVİT
Gerçek büyük şehirlerin bir insan tarafı olur. Kaldırımında yürürken, ayağınızın altındaki taşmış gibi gelmez; her attığınız adımda siz şehri duyarsınız. Şehir sanki sizi... Yabancı iseniz hem bütün kalabalığa rağmen yalnız kalır, hem de o yalnızlık içinde sizi dinliyen, gölge gibi beraberinizde dolaşan biri varmış sanırsınız.
Londra da öyledir. İstanbul ile arasında hiç benzerlik yoktur ama istanbul kadar yaşıyan, insan tarafı olan bir şehirdir.
Londra belki güzel değildir. Belki diyorum, çünkü bir zaman kaldıktan sonra insan Londra'da güzellik aramaz. Ancak insana, Londra güzel şehir sayılamazmş gibi gelir. Birbirine benziyen çoğu ağaçsız sokakları, boydan boya birbirinin aynı evlerle doludur. Binalar kurumdan kapkaradır. Birkaç yüz metre ilerinizde her şey kara bir silûet halini alır. Belki bir nehrin bu kasveti biraz olsun gidereceği düşünülebilir; halbuki Taymis nehri hem bulanıktır, hem de Londra'yı görmiyenlerin sandıkları gibi şehrin bir parçası değildir şehrin kıyısında köşesinde kalmıştır. Waterloo Köprüsü güzelcedir ama, yalnız "Vaterloo Köprüsü" filmini görmüş yabancılar gidip bu köprünün parmaklıklarından Taymis sularma bakmak hevesini duyarlar.
Fakat kısa zaman içinde insan Londra'ya öyle bağlanır ki artık gözü güzelliğini çirkinliğini görmez olur ve sanki taştan, tuğladan, çelikten bir şehir değil, manevi bir şey severmiş gibi Londra'yı sevmeğe başlar.
Kısacası, Londra gezilip görülecek değil, yaşanıp duyulacak bir şehirdir.
Londra, İngilizlerin hayat tarzı ile da kaynaşmış haldedir; âdeta o hayat tarzı ile bu şehir birbiri için yapılmıştır.
İngilizler ne kadar içlerine kapalı, evcil insanlarsa Londra da insanı o kadar içine kapanmaya, evcil olmaya zorlıyan bir şehirdir. İnsanın Londra sokaklarında Paris sokakları gibi sürtesi gelmez. Paris ve Roma'nın yollar boyunca sıra sıra uzıyan kahveleri, ve o kahvelerin yaşattığı, tâbir caizse, kaldırım medeniyeti, yani kaldırımlara, sokaklara taşmış o hayat kaynaşması Londra'da yoktur.
Londra'da zaten eğlence azdır. Olduğu kadarı da kalın duvarlar, hiç değilse buzlu camlar ardında saklıdır. Kulüpleriyle meşhur Londra'da kulüpler göze görünmez. Hemen her köşe başında rastlanan birahanelerin içi görülmez. Ne birahane ve lokantalardan, ne kulüplerden ne de evlerden sokağa bir notacık olsun musiki dağılmaz. Koca Londra'da iki bina gördüm ki pencerelerinden caz ve şarkı sesi taşsın. Biri Park Street'te, Amerikan subaylarının, diğeri de Hallam Street'te, bir havranın karşısında Musevilerin kulübü...
Böyle tek tük ecnebi köşeler hariç, Londra'da tıs yoktur. Korna yasağı olmadığı halde korna bile çalınmaz. Bir otomobilin korna, çaldığı bir yaya, dikkatsiz yürüyüşü ile şoförü kendine küfretmek zorunda bırakmış sayılır. Onun için Londra'da yayaların en çok dikkat ettikleri şey, kendilerini böyle bir hakarete maruz bırakmamaktadır.
İngilizler içlerine kapanıktırlar, eğlenceden çekinirler, ses istemezler, şehir ve binalarda güzellik aramazlar, sokaklarında ağaca, yeşilliğe lüzum duymazlar ama, bir yandan da, açık havayı, kırı, yeşilliği ve son seyahatimizdeki yol arkadaşımız Bediî Faik'in bir yazısında uzun uzadıya bahsettiği gibi, ağacı, İngilizler kadar seven millet dünyada yoktur belki..
Londra, millî bir aşka varan bu kır ve ağaç sevgisinin karşılığını parklariyle gösterir. Londra'nın şurasına burasına serpiştirilmiş küçüklü büyüklü parklardan bazısı, bizim küçürek Anadolu kasabalarımızı içine alacak büyüklüktedir.
Birkaçı hariç bu parklarda çiçek tarhı yoktur, yahut köşe bucağa saklanmıştır. İçlerinde inişler, yokuşlar, tepeler vardır. Kadîm ağaçlar parka gelişigüzel dağılmıştır. Bazısının ortasına, sunîliği belirsiz göller yapılmıştır. Bu parklardan birine girip yüz yüzelli metre yürüdünüz mü yüksek ağaçlar size bazan dışarıdaki binaların bacalarını bile göstermez. Dünyanın en büyük, en kalabalık şehrinin ortasında olduğunuzu unutursunuz. Bazan bu parklarda karşınıza koyun sürüleri çıkar. Başlarında çobanları, çıngıraklarını çala çala otlarlar.
Şehrin ortasında koyun sürüsü ne arıyor, diyeceksiniz. Şehir dışında çayır mı yok? Bütün İngiltere çayır doludur ama, koyunların gelip şehir içindeki parklarda otlamasını Londralılar isterlermiş. Çünkü o zaman, bu parkların sahici birer kır olduğuna kendilerini daha kolay kandırabilirlermiş. Hattâ aynı sebepten Londralılar parklarında heykelden bile hoşlanmazlarmış. Hyde Park'ın bir köşesinde kocaman bir Hergül heykeli vardır. Benim hoşuma giderdi. Klâsik vücudu ile o parka yakıştırırdım. Ama sonradan öğrendim ki meğer Londralılar bu heykele çok kızarlarmış. Ellerinden gelse parçalamak isterlermiş. Londralılar da mı Ticanî diyeceksiniz. Ondan değil, o koca heykeli karşılarında gördükçe bir şehir parkında olduklarını unutamaz, kendi kendilerini kırda olduklarına inandırmaktan güçlük çekerlermiş. Yâni heykel işin tabiiliğini bozarmış.
Bu parkların göllerinde incecik kayıklarla dolaşılır. Hyde Park'taki Serpentine gölünde bir boydan bir boya kayıkla gidip gelmek bir saate yakın sürer.
Göllerin bir özelliği de kuğulardır. Kavisin en zarif halini bulmuş mağrur beyaz boyunları, Londra'nın ekseriya gümüş renkli havası içinde keskin bir ışık gibi durur.
Sanki kuğular o göllere, insanlar onların boyunlarına, suda süzülüşlerine dalıp uzaklara doğru hayal kursun diye konmuştur.
Beş yıl kadar önce Londra'ya ilk gittiğim zaman, bir pazar akşamı sular kararacağına yakın, öyle bir göl kenarında durmuş, içimde dayanılmaz bir yalnızlık, bir yurdanma duyuyordum. Bana biraz memleketteymişim hissini verecek, memleketimle Londra arasında incecik de olsa bir hayal köprüsü kuracak hiçbir şey yoktu etrafımda. Derken karşıdan iki kuğu belirdi. Akşamın koyu gümüşî hafif sisli havasından bana doğru, saf birer ışık kadar beyaz, süzülüyorlardı. Birdenbire memleket geldi içime. İlkin anlıyamadım. Neden kuğular bana memleketi duyursun, neden böyle tanıdık gelsinlerdi? Sonra sonra hafızamda Haşim'in kuğulu şiirlerinden mısralar uyanmağa başladı ve o zaman anladım. Sanki bu gurbet elde bir dostur dostu ile karşılaşmıştım. O gün bugündür Haşim'i de kuğuları da daha çok severim. Bir çırpıda şiir hiç yazamazken oracıkta, aklımdan dört mısra kurdum:
Akşam üstü ırak ellerde
Özlerken dostumu eşimi,
Baktım tanıyorda göllerde,
Londralı kuğular Haşim'i.
Londra'dakı park göllerinin kuğuları kadar ördekleri de bana, dokunur, yurdu hatırlatırdı. Buna da bir sabah vakti, daha güneş doğmadan, öyle bir göl kenarına yolumun düşmesi vesile oldu. Londra'da hayat 9 dan sonra başlar. Hele güneş doğmadan sokaklarda çöpçüler bile görülmez. Halbuki baktım, gölde bir ördek ailesi uyanmıştı. Önde bir ana ördek, peşinde bir zaviyenin iki kanadı gibi dizilmiş yavruları, göğün ağarmağa başladığı tarafa doğru gövdeleri hiç kıpırdamadan gidiyorlar. Başları yeşil yeşildi. Hem kimsenin erken kalkmadığı bu şehirde güneş doğmadan uyanıp hayata başlamış olmaları, hem de başlarının yeşil rengi, bana bu ördekler sanki müslümanmış hissini verdi ve gene tâ içimde Türkıye'yi, hem de erken kalkan mUslümanları o kadar bol olan Üsküdar'ı duydum. O sabah da "Müslüman Ördekler" diye bir şiir yazmağa niyet etmiştim ama uykusuzdum, olmadı. Bahsi bile bugüne nasipmiş.
Galiba Londra'dan çok kendi duygularımdan bahsettim. Ama yazımın başında da söylemiştim, Londra görülecek değil, duyulacak bir şehirdir. Onun için, kendi duygularımdan ayrı bir Londra anlatmak, elimden, kalemimden gelmez. Hele bir Londra bahsi bitsin, öbür yazılarımda daha objektif olmağa çalışırım.
Koleksiyon
Alıntı
“Londra ve Londralı,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 13 Kasım 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/340 ulaşıldı.