Telefondaki Türkçe Ses
Başlık:
Telefondaki Türkçe Ses
Kaynak:
Halkçı (Yeni Ulus), "Amerika'dan Mektup" s. 4
Tarih:
1954-11-30
Lokasyon:
Milli Kütüphane
Metin:
Amerikadan mektup:
TELEFONDAKI TÜRKÇE SES
İstanbullu Bayan Kasaparyan'la Amerikalı kızı — «Güneş her yerde bu güneş, gök her yerde bu gök» müdür?
Yazan: Bülend ECEVİT
BİR gün gazetedeki odamda çalışırken telefon çaldı. Bir kadın sesi benimle anlamadığım bir dilde konuşmaya başladı. Neden sonra bu dilin Türkçe, hem de tertemiz bir Türkçe olduğunu farkettim. Benden başka tek bir Türk'ün bulunmadığı Winston - Salem'de Türkçe işitebileceğim aklıma gelmediği için şaşkınlıktan ilkin kendi dilimi tanıyamamıştım.
Telefondaki ses:
— Ben Mrs. Kasparyan, Bülend Bey, dedi. İstanbulluyum. 35 yıl önce İstanbul'dan buraya geldim. Bir Türk yüzüne, bir Türkle konuşmaya hasretim, bir kahvemi içmeye buyursanıza!
Gazetedeki yazılarımı görüp de Winston - Salem'de bir Türk'ün bulunduğunu öğrenince ne kadar sevindiğini söyledi, bana adresini, telefon numarasını verdi.
Aradan günler geçmiş, İstanbullu Bayan Kasparyan hep aklımda olduğu hâlde vakit bulup ta hâlâ ziyaretine gidememiştim. Bir gün, gazete idarehanesinin önünde birini beklerken, karşıdan gözlüklü, kısa boylu, siyah entarili, yaşlıca bir kadın göründü. Gözlerimiz rastlaşınca ikimiz de kırk yıldır tanışırmış gibi gülümseyip birbirimize yaklaştık, iki eski dost gibi el sıkıştık. Ne ben Winston - Salem Journal'daki Türk gazeteciden başka birisi olabilirdim, ne de o Bayan Kasparyan’dan başka birisi olabilirdi. Kendimizi tanıtmaya bile lüzum görmedik.
Ertesi gün saat 4 te, bahçe içindeki şirin bir evin önünde taksiden indim. Bir aydan beri ilk defa uzun uzadıya Türkçe konuşabilecek, ve Türk kahvesi içebilecektim.
Kapıdan girdiğim zaman Amerika dışarıda kalmıştı. İstanbul'da, temiz, bir Ermeni evinin içindeydim. Evdeki Amerikan döşemelerine bile İstanbulluluk sinmişti.
Bayan Kasparyan, 35 yıl önce ayrıldığı İstanbul'daki birçok Ermenilerden, daha güzel Türkçe konuşuyordu. Küçük fincanlar içinde Türk kahvesini getirirken,
— Kendi kendime de hep bu kahveyi içiyorum ama, Türkiye’den biri olmazsa da tadı çıkmıyor ki, dedi.
Sonra havagazından şikâyet etti:
— Bu kahve asıl mangal ateşinde yapılır, dedi, ama burada mangal ateşini nereden bulacaksınız?
Alacağı cevaptan korka korka yüzüme bakıp sordu:
— Yoksa artık Türkiye’de mangal kalmadı mı?
Bir çoğumuzun kahveyi hâlâ mangalda pişirdiğimizi söyleyince içi rahatladı.
*
BAYAN Kasparayan, gençliğinde Kadıköy'de otururmuş. Sonra Amerika'daki Türkiyeli bir tütün uzmanı ile evlenip "Dünyanın tütün başkenti» Winston - Salem'e yerleşmiş. Kocası bir kaç yıl önce öldüğü için şimdi kızıyla bir başına oturuyormuş.
- Bana, kalsa çoktan Türkiye'ye dönerdim ama, kızım buradan ayrılmak istemiyor, kendini Amerikalı sayıyor, dedi.
Sonra dert yandı,
- Biz mutaassıp alışmışız, biz böyle görmemişiz, dedi. Kızımın buradaki kızlar gibi serbestçe gezip tozmasına bir türlü alışamıyorum. Bu memlekette yeni nesillerin hâli ne olacak, bilmem ki!
Kuzey Carolina’nın Türkiye'den daha mutaassıp olduğunu söylesem tabii [...].
Bir müddet sonra içeriye uzun boylu, esmer, kalınca kara kaşlı, kara gözlü bir genç kız girdi. Tam bir Türkiyeli Ermeni kızıydı. Benim yanımda yeniden, Türkiye'ye dönüp dönmemek meselesini tartışmaya başladılar. Genç kız,
- Benim vatanım burası! dedikçe, Bayan Kasparyan’ın üzüntüden içi burkulduğunu, gözleriyle kızına yalvardığını duyur gibi oluyordum.
Sonra Bayan Kasparyan, kızıyla tartışmayı kesip bana döndü:
- Bir bakıma da hakkı var, dedi. Buraya ilk geldiğimiz zaman Amerikalılar, bize nasıl yakınlık gösterdiler, bizi aralarına almak için nasıl çalıştılar bilemezsiniz! İnsan bir yabancı memleketin halkından, bu kadar yakınlık görünce, şükranını ifade edebilmek için bir tek yol bulabiliyor: Onlara benzemek, onlardan olmak! Biz de ister istemez, Amerikalılardan gördüğümüz yakınlığa Amerikalı olmakla mukabele ettik. İşte bu memlekette herkes yabancı aslından olduğu hâlde herkesin birbirine benzemesi, herkesin Amerikalı olması bundan, dedi.
Bunları söylerken gene sinirlenmiye başlamıştı.
- Ama işte bunun sonunu görüyorsunuz! Şimdi benim kızım kalkıp bana, «Ben Amerika'da doğup, büyüdüm, benim Türkiye ile ne ilişiğim var,» diyor. Fakat ne bilsin zavallı, Türkiye’yi bilmedikten sonra nelerden mahrum kaldığını ne bilsin!
Sonra, oturduğu koltuktan dışarıdaki kansız akşam güneşine bakarak, sesine yurt anmanın verdiği bir içlilikle yeniden söylenmiye başladı:
— Sen buna güneş mi diyorsun, buna gök mü diyorsun? dedi. Sanki senin burada yediğin şeftaliler şeftali, sebzeler sebze mi? dedi. Sen İstanbul’un denizini görsen, İstanbul’da yaşamanın tadını bilsen, bir sabah Kadıköy'den vapura binip Köprüye insen, acaba bir daha buralarda yaşıyabilir misin?
Kızı gülümseyerek annesini dinliyordu. Bana dönüp,
— İşte kendimi bildim bileli annem bana bunları söyler durur ama, tabiî ben ciddiye almıyorum! Güneş her yerde bu güneş, gök her yerde bu göktür, değil mi? dedi.
- Değil! diyecektim ama, hiçbir şey demedim.
Yalnız annesine baktım: İkimizin de gözleri doluydu!
TELEFONDAKI TÜRKÇE SES
İstanbullu Bayan Kasaparyan'la Amerikalı kızı — «Güneş her yerde bu güneş, gök her yerde bu gök» müdür?
Yazan: Bülend ECEVİT
BİR gün gazetedeki odamda çalışırken telefon çaldı. Bir kadın sesi benimle anlamadığım bir dilde konuşmaya başladı. Neden sonra bu dilin Türkçe, hem de tertemiz bir Türkçe olduğunu farkettim. Benden başka tek bir Türk'ün bulunmadığı Winston - Salem'de Türkçe işitebileceğim aklıma gelmediği için şaşkınlıktan ilkin kendi dilimi tanıyamamıştım.
Telefondaki ses:
— Ben Mrs. Kasparyan, Bülend Bey, dedi. İstanbulluyum. 35 yıl önce İstanbul'dan buraya geldim. Bir Türk yüzüne, bir Türkle konuşmaya hasretim, bir kahvemi içmeye buyursanıza!
Gazetedeki yazılarımı görüp de Winston - Salem'de bir Türk'ün bulunduğunu öğrenince ne kadar sevindiğini söyledi, bana adresini, telefon numarasını verdi.
Aradan günler geçmiş, İstanbullu Bayan Kasparyan hep aklımda olduğu hâlde vakit bulup ta hâlâ ziyaretine gidememiştim. Bir gün, gazete idarehanesinin önünde birini beklerken, karşıdan gözlüklü, kısa boylu, siyah entarili, yaşlıca bir kadın göründü. Gözlerimiz rastlaşınca ikimiz de kırk yıldır tanışırmış gibi gülümseyip birbirimize yaklaştık, iki eski dost gibi el sıkıştık. Ne ben Winston - Salem Journal'daki Türk gazeteciden başka birisi olabilirdim, ne de o Bayan Kasparyan’dan başka birisi olabilirdi. Kendimizi tanıtmaya bile lüzum görmedik.
Ertesi gün saat 4 te, bahçe içindeki şirin bir evin önünde taksiden indim. Bir aydan beri ilk defa uzun uzadıya Türkçe konuşabilecek, ve Türk kahvesi içebilecektim.
Kapıdan girdiğim zaman Amerika dışarıda kalmıştı. İstanbul'da, temiz, bir Ermeni evinin içindeydim. Evdeki Amerikan döşemelerine bile İstanbulluluk sinmişti.
Bayan Kasparyan, 35 yıl önce ayrıldığı İstanbul'daki birçok Ermenilerden, daha güzel Türkçe konuşuyordu. Küçük fincanlar içinde Türk kahvesini getirirken,
— Kendi kendime de hep bu kahveyi içiyorum ama, Türkiye’den biri olmazsa da tadı çıkmıyor ki, dedi.
Sonra havagazından şikâyet etti:
— Bu kahve asıl mangal ateşinde yapılır, dedi, ama burada mangal ateşini nereden bulacaksınız?
Alacağı cevaptan korka korka yüzüme bakıp sordu:
— Yoksa artık Türkiye’de mangal kalmadı mı?
Bir çoğumuzun kahveyi hâlâ mangalda pişirdiğimizi söyleyince içi rahatladı.
*
BAYAN Kasparayan, gençliğinde Kadıköy'de otururmuş. Sonra Amerika'daki Türkiyeli bir tütün uzmanı ile evlenip "Dünyanın tütün başkenti» Winston - Salem'e yerleşmiş. Kocası bir kaç yıl önce öldüğü için şimdi kızıyla bir başına oturuyormuş.
- Bana, kalsa çoktan Türkiye'ye dönerdim ama, kızım buradan ayrılmak istemiyor, kendini Amerikalı sayıyor, dedi.
Sonra dert yandı,
- Biz mutaassıp alışmışız, biz böyle görmemişiz, dedi. Kızımın buradaki kızlar gibi serbestçe gezip tozmasına bir türlü alışamıyorum. Bu memlekette yeni nesillerin hâli ne olacak, bilmem ki!
Kuzey Carolina’nın Türkiye'den daha mutaassıp olduğunu söylesem tabii [...].
Bir müddet sonra içeriye uzun boylu, esmer, kalınca kara kaşlı, kara gözlü bir genç kız girdi. Tam bir Türkiyeli Ermeni kızıydı. Benim yanımda yeniden, Türkiye'ye dönüp dönmemek meselesini tartışmaya başladılar. Genç kız,
- Benim vatanım burası! dedikçe, Bayan Kasparyan’ın üzüntüden içi burkulduğunu, gözleriyle kızına yalvardığını duyur gibi oluyordum.
Sonra Bayan Kasparyan, kızıyla tartışmayı kesip bana döndü:
- Bir bakıma da hakkı var, dedi. Buraya ilk geldiğimiz zaman Amerikalılar, bize nasıl yakınlık gösterdiler, bizi aralarına almak için nasıl çalıştılar bilemezsiniz! İnsan bir yabancı memleketin halkından, bu kadar yakınlık görünce, şükranını ifade edebilmek için bir tek yol bulabiliyor: Onlara benzemek, onlardan olmak! Biz de ister istemez, Amerikalılardan gördüğümüz yakınlığa Amerikalı olmakla mukabele ettik. İşte bu memlekette herkes yabancı aslından olduğu hâlde herkesin birbirine benzemesi, herkesin Amerikalı olması bundan, dedi.
Bunları söylerken gene sinirlenmiye başlamıştı.
- Ama işte bunun sonunu görüyorsunuz! Şimdi benim kızım kalkıp bana, «Ben Amerika'da doğup, büyüdüm, benim Türkiye ile ne ilişiğim var,» diyor. Fakat ne bilsin zavallı, Türkiye’yi bilmedikten sonra nelerden mahrum kaldığını ne bilsin!
Sonra, oturduğu koltuktan dışarıdaki kansız akşam güneşine bakarak, sesine yurt anmanın verdiği bir içlilikle yeniden söylenmiye başladı:
— Sen buna güneş mi diyorsun, buna gök mü diyorsun? dedi. Sanki senin burada yediğin şeftaliler şeftali, sebzeler sebze mi? dedi. Sen İstanbul’un denizini görsen, İstanbul’da yaşamanın tadını bilsen, bir sabah Kadıköy'den vapura binip Köprüye insen, acaba bir daha buralarda yaşıyabilir misin?
Kızı gülümseyerek annesini dinliyordu. Bana dönüp,
— İşte kendimi bildim bileli annem bana bunları söyler durur ama, tabiî ben ciddiye almıyorum! Güneş her yerde bu güneş, gök her yerde bu göktür, değil mi? dedi.
- Değil! diyecektim ama, hiçbir şey demedim.
Yalnız annesine baktım: İkimizin de gözleri doluydu!
Koleksiyon
Alıntı
“Telefondaki Türkçe Ses,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 7 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/324 ulaşıldı.