İstanbul'lu Rum Kızı'nın Sırrı
Başlık:
İstanbul'lu Rum Kızı'nın Sırrı
Kaynak:
Halkçı (Yeni Ulus), "Amerika'dan Mektup" ss. 4, 5
Tarih:
1954-11-23
Lokasyon:
Milli Kütüphane
Metin:
Amerikadan mektup:
İstanbullu Rum kızının sırrı
Adayın otomatikleşen kolu - Sahip, başyazar ve mürettip - Kovboy devrinden kalma şerif - İstanbul'lu Rum kızının aşa kattığı tuz
Yazan: Bülend ECEVİT
Üçüncü yazı (*)
PAMUKLU kumaş fabrikasına yaptığımız el sıkma ziyaretinden dönerken M. bana bir sır açıkladı. Meğer kendisi İstanbul'lu bir Rum kızıymış. İstanbul'u hatırlamıyormuş ama uzun zaman Yunanistan'da ve Paris'te yaşamış.
- Fakat; dedi bunları burada kimse bilmiyor. Çünkü zaten beni garipsiyorlar, bir de yabancı memlekette doğduğumu öğrenirlerse buralarda hiç barınamayız.
Sonra, Winston - Salem'den tanıdığım birkaç hanımın da yabancı asıllı olduğunu fakat onların da bunu gizli tuttuğunu söyledi.
Amerika'da Kızılderililerden başka kimse aslında Amerikalı olmadığı için herkeste bir Amerikalılık kompleksi var.
Amerikalıların en asilleri, l620'de Amerika’ya gelen Mayflower gemisinde dedeleri bulunanlar. Bizim İstanbullu M., dedelerinin Mayflower'le gelmediği yetmiyormuş gibi, üstelik de bir yabancı memlekette bir yabancı anneden doğmuş. Bu müthiş gerçeği, anneanne yahut nineleri yabancı bir memlekette doğmuş Amerikalılardan büyük bir sır gibi saklıyor.
M., Winston - Salem'deki yabancı aslından dert ortaklariyle haftanın bir günü buluşurmuş. Beraber öğle yemeği yer, etraflarına faydalı olabilmek, kasabalarını kalkındırabilmek için o hafta yapacakları hizmetleri plânlarlarmış. «Tabii bundan da kimsenin haberi yok, eğer duyarlarsa kocamı hiç seçmezler,» diyor.
Hatırlıyamadan sevdiği İstanbul, çocukluğunu geçirdiği Atina, gençliğinin en güzel yıllarını yaşadığı Paris gözünde tütüyordu ama, yabancı bir ülkede yabancı bir anadan doğmuş M., artık Amerikalıydı. Kocası Amerikalı, çocukları Amerikalı, vatanı Amerika idi. Kocası da, çiftliğinde oturacak yerde politikaya atılıp Amerika’ya daha faydalı olması için o kandırmıştı.
*
YOLDA tavukçu T. ayrıldı, Saylavla M.’nin kocası R. de bizim kaptıkaçtıya geldiler. Direksiyona R. geçti. Yol boyunca yüzündeki geniş tebessüm bozulmadı. Her geçen otomobile, yanından geçtiğimiz her yayaya elini sallıyordu. Sol eli bir inip bir kalktığı için direksiyonu tek elle kullanıyordu. Arasıra lâfa dalıp da kenarındaki bir seçmeni görmiyecek olursa, Saylav hemen cama vurarak ihtar ediyor, zavallı R., yorgun fakat hâlâ gülümser, hemen sözünü kesip gene el sallıyordu.
Yol boyunca her bakkalın önünde durduk. Bakkal başının, bakkal başının karısiyle kızının, dükkâna giren her müşterinin birer birer elini sıkıp hatırını sorduk. Benzincilere uğradık. Benzin almak için duran başka otomobillere koşup içindekilerin ellerini sıktık. Bunların hemen hiçbiri tanıdık olmadığı için Saylavla aday R., hepsine kendilerini takdim ediyorlardı.
lO dakikalık yolu bir saatte aşıp kasabaya döndüğü müzde güneş batmış, kovboy meydanına serin bir kızıllık çökmüştü. R., yorgunluktan durduğu yerde sallanıyordu ama hâlâ etrafına gülümsüyordu. Kolu artık otomatikleşmiş, ortada kimse yokken de selâm vermek üzere kalkıp iniyordu.
İçimizde yorulmamış bir kişi vardı: İstanbullu Rum kızı M... Bana:
- Seni öbür partiden birkaç kişiyle daha tanıştırmam lâzım, dedi. Önce Cumhuriyetçi gazetenin idarehanesine gidelim!
Nalbant dükkânı gibi izbe bir dükkân. Girdik. Burası hem idarehane hem matbaa imiş. İçerde, en az 70 yaşında kambur bir adamla 14-15 yaşında bir çıraktan başka kimse yoktu. Haftada bir çıkan bu iktidar gazetesi elle dizildiği için, matbaada Linotip de yoktu. İhtiyar mürettip, kör bir ışığın altında kasalardan harf toplayıp satırları diziyordu. Yanına vardığımızda, muhalefet adayının karısiyle el sıkışıp hal hatır sordular. Sonra, M., mürettibi bana, tanıttı:
- S. Postası Sahip ve Başyazarı Mr. K.
İhtiyar sahip, başyazar ve mürettip bir Türk gazetecisi olduğumu öğrenince kör ışığın altında sert sert yüzünme baktı:
- Sen harb taraftarı mısın? dedi.
- Hayır, dedim, barış taraftarıyım!
O zaman ihtiyar gazetecinin yüzü güldü, kör ışığın altında yüzünün kırışıkları gölgelendi, sırtımı sıvazlayıp:
- Öyleyse iyi, dedi. Amerika'ya hoş geldin!
Ayrılırken bizi kapıya kadar geçirdi.
*
MEYDANA çıkınca M.,
- Haydi şimdi Şerif'in dairesine, dedi.
Kovboy filmlerinin Emniyet Âmiri Şerif, Amerika'da hâlâ yaşıyor ve hâlâ bu mevkie seçimle geliyor.
Şerif'in dairesi, loş hükümet binasında, tahta döşemeli çıplak bir odaydı. Kovboy devirlerindenberi hiç değişmemiş asık çehreli bir şerif, ayaklarını bir iskemleye uzatmış, kollarını kavuşturmuştu. Karşısında oturan iki avukatla iş konuşuyordu. M., kim olduğumu, nereli olduğumu bile iyice anlatmadan beni Şerifin yanında bırakıp, yargıcı aramak üzere gitti.
Şerif de avukatlar da Cumhuriyetçi idiler. Demokrat adayın karısı, seçimlere birkaç gün kala, bu garip yabancıyı neden yanlarına bırakıp da kaçıp gitmişti? Belli ki buna bir türlü akıl erdiremediler. Kimbilir, belki de ben yıllardanberi gördükleri ilk yabancıydım. Ben de ne yapacağımı şaşırdığım için yüzlerine bakıp sırıttım. Onlar sırıtmadılar da. Bir zaman bana baktıktan sonra, baş başa verip yavaş sesle konuşmaya devam ettiler. Şerif'in elinde bir kibrit kutusu vardı, üstünde «Vatandaş, oyunu Şerif X'e ver» yazılı, idi.
Neyse M., çabuk döndü. Yargıcı bulamamış. Yeni seçimlere hazırlanan Cumhuriyetçi Şerif X’le avukatların ellerini sıkıp oradan da ayrıldık.
*
YAZIHANEYE döndüğümüzde M., bir dolabın içinde saklı duran bir kartonu çıkarıp gizlice bana gösterdi. Meğer İstanbullu M., burada ocak başkanı imiş. Kartona kendi bölgesinin haritasını çizmiş. Bu haritada bütün evler gösterilmişti, her evde kimlerin oturduğu, kimlerin Demokrat, kimlerin Cumhuriyetçi, kimlerin kararsız olduğu yazılıydı. Bazı Demokrat evlerin üstünde kırmızı işaretler var di. Bu evlerde oturanlar, telkin kuvveti olan Demokratlarmış, Cumhuriyetçi ve tarafsız komşularını kendi taraflarına çekmeğe çalışıyorlarmış.
M., harekât plânını bana iyice izah edip gene dolaba sakladığı sırada, kocası elini yüzünü yıkamış, yanımıza dönmüştü.
Akşam yemeğine beni evlerine götüreceklerdi. Yol boyunca otomobilde R., ortalığın kararmış olmasına rağmen hâlâ bir eliyle sağa sola selâm veriyor, yüzündeki gerilmiş tebessümü hâlâ yerinde tutmaya çalışıyordu. Otomobille 15 dakika kadar R.,nin çiftliğinden geçtikten sonra eve vardık.
Burası, yüksek ağaçların altında, önü sütunlu, büyük ve eski bir konaktı. İçerisi antika eşya ile döşenmişti. Büyükanne, yazıhanedeki işleri bitirdikten, çocukları mektepten aldıktan sonsa eve gelip yemeği hazırlamış, üzerinde şamdanlar yanan mükellef bir masanın başında, zengin bir gece kıyafetiyle bizi bekliyordu.
M. hazırlanıncaya kadar biz R. ile beraber salona geçtik. R. bir koltuğa çöktü. Kollarını iki yana sarkıttı. 7 saattir yüzünde duran gerilmiş tebessümü silip birkaç dakika öyle bir noktaya baktı durdu. Bu birkaç dakikanın sonunda, politikacı R. gitmiş, ağır başlı, kültürlü, olgun bir insan gelmişti.
Basılı programımı gördünüz, dedi. Beylik birkaç vaitten başka içinde hiçbir şey yok. Bütün adayların programları böyledir. Çünkü seçmenler nasıl olsa programa bakmazlar. Mesele onlara güven telkin edip gönüllerini kazanabilmekte. Seçildikten sonra memleketine ne yolda hizmet edeceğini kararlaştırmak, tamamen politikacının kendi vicdanına kalmış bir şeydir.
O sırada çocuklar da içeriye gelmişti. Biri 10 yaşında nazik bir çocuk, biri de 5 yaşında bir afacandı. 10 yaşındaki çocuk bana annesinin memleketi hakkında sorular sorarken, 5 yaşındaki afacan, sabahtanberi görmediği babasının kucağında ona yapmadığı eziyeti bırakmıyordu. Ben 10 yaşındakine cevap yetiştirir, R. de 5 yaşındakini zaptetmiye çalışırken, arada konuşmamıza devam ediyorduk. Dünya siyasetinden, ekonomiye, sanata kadar her sahada geniş bilgisi olan R., seçilirse takip edeceği siyaseti anlatıyordu.
Biz yemeğin ortasındayken, çiftlikte çalışan bazı işçiler, dileklerini bildirmek üzere R.’yi görmiye geldiler. R. yemeğini yarıda bırakıp, misafir odasında onlarla görüşmeğe gitti. Daha sonra da siyasî bir gece toplantısına gidecekti. Gece vakti, bir saat ötedeki Winston - Salem’e beni otomobille karısı götürecekti.
Dilimin ucuna, kadar geldi:
- Gece vakti yalnız başınıza bir şehirden bir şehire dönmiye korkmaz mısınız diye soracaktım.
Neyse ki bu soru ağzımdan çıkmadan, M.nin ilk vatanında olmadığımız aklıma geldi.
*
BU maceradan günler sonra, ben bu yazıları bitirirken, seçimler yapıldı, sonuçlar alındı. S. Kasabasının bulunduğu ilde, bütün Demokrat adaylar her zaman olduğu gibi gene kaybetmiş, yalnız Eyalet Senatosuna, nice yıllardanberi ilk defa bir Demokrat seçilmişti.
Asaleti Ortaçağlardaki İngiliz şatolarında başlıyan, toprakları binlerce dönüm yer kaplıyan genç, zengin ve kültürlü R., fabrika kapıcısının önünde eğilmiş, içşilerin peşinden koşmuş, binlerce el sıkmış, tanıdığının tanımadığının hatırını sormuş, kendisini istiskal eden yüzlere gülmüş ve zafere ulaşmıştı. Geçen gün kendisiyle telefonda konuştum. Sevinçten sesi titriyordu. Amerika'da bir Eyalet Senatosu üyesinin ne adı duyulur, ne aldığı para ettiği masrafı karşılar. Ama iyiniyetli bir Eyalet Senatörünün memleketine yapabileceği hizmetler geniştir. R.'nin artık çiftliğinde geçirdiği rahat günler sona ermişti.
- Bu zaferde karınızın da payı büyük olsa gerek, onu da tebrik ederim, dedim.
- Asıl zafer onun, dedi.
Amerika büyük bir kazandı ve bu kazandaki aşta bütün dünya milletlerinin tuzu vardı. Amerika'yı vatan edinen İstanbullu bir Rum kızı da artık bu aşa kendinden bir tutam tuz atabilmiş olmanın sevinci içindeydi.
(Bitti)
----------
(*) Birinci yazı 20 Kasım, ikinci yazı 22 Kasım tarihli Halkçı'da çıkmıştır.
İstanbullu Rum kızının sırrı
Adayın otomatikleşen kolu - Sahip, başyazar ve mürettip - Kovboy devrinden kalma şerif - İstanbul'lu Rum kızının aşa kattığı tuz
Yazan: Bülend ECEVİT
Üçüncü yazı (*)
PAMUKLU kumaş fabrikasına yaptığımız el sıkma ziyaretinden dönerken M. bana bir sır açıkladı. Meğer kendisi İstanbul'lu bir Rum kızıymış. İstanbul'u hatırlamıyormuş ama uzun zaman Yunanistan'da ve Paris'te yaşamış.
- Fakat; dedi bunları burada kimse bilmiyor. Çünkü zaten beni garipsiyorlar, bir de yabancı memlekette doğduğumu öğrenirlerse buralarda hiç barınamayız.
Sonra, Winston - Salem'den tanıdığım birkaç hanımın da yabancı asıllı olduğunu fakat onların da bunu gizli tuttuğunu söyledi.
Amerika'da Kızılderililerden başka kimse aslında Amerikalı olmadığı için herkeste bir Amerikalılık kompleksi var.
Amerikalıların en asilleri, l620'de Amerika’ya gelen Mayflower gemisinde dedeleri bulunanlar. Bizim İstanbullu M., dedelerinin Mayflower'le gelmediği yetmiyormuş gibi, üstelik de bir yabancı memlekette bir yabancı anneden doğmuş. Bu müthiş gerçeği, anneanne yahut nineleri yabancı bir memlekette doğmuş Amerikalılardan büyük bir sır gibi saklıyor.
M., Winston - Salem'deki yabancı aslından dert ortaklariyle haftanın bir günü buluşurmuş. Beraber öğle yemeği yer, etraflarına faydalı olabilmek, kasabalarını kalkındırabilmek için o hafta yapacakları hizmetleri plânlarlarmış. «Tabii bundan da kimsenin haberi yok, eğer duyarlarsa kocamı hiç seçmezler,» diyor.
Hatırlıyamadan sevdiği İstanbul, çocukluğunu geçirdiği Atina, gençliğinin en güzel yıllarını yaşadığı Paris gözünde tütüyordu ama, yabancı bir ülkede yabancı bir anadan doğmuş M., artık Amerikalıydı. Kocası Amerikalı, çocukları Amerikalı, vatanı Amerika idi. Kocası da, çiftliğinde oturacak yerde politikaya atılıp Amerika’ya daha faydalı olması için o kandırmıştı.
*
YOLDA tavukçu T. ayrıldı, Saylavla M.’nin kocası R. de bizim kaptıkaçtıya geldiler. Direksiyona R. geçti. Yol boyunca yüzündeki geniş tebessüm bozulmadı. Her geçen otomobile, yanından geçtiğimiz her yayaya elini sallıyordu. Sol eli bir inip bir kalktığı için direksiyonu tek elle kullanıyordu. Arasıra lâfa dalıp da kenarındaki bir seçmeni görmiyecek olursa, Saylav hemen cama vurarak ihtar ediyor, zavallı R., yorgun fakat hâlâ gülümser, hemen sözünü kesip gene el sallıyordu.
Yol boyunca her bakkalın önünde durduk. Bakkal başının, bakkal başının karısiyle kızının, dükkâna giren her müşterinin birer birer elini sıkıp hatırını sorduk. Benzincilere uğradık. Benzin almak için duran başka otomobillere koşup içindekilerin ellerini sıktık. Bunların hemen hiçbiri tanıdık olmadığı için Saylavla aday R., hepsine kendilerini takdim ediyorlardı.
lO dakikalık yolu bir saatte aşıp kasabaya döndüğü müzde güneş batmış, kovboy meydanına serin bir kızıllık çökmüştü. R., yorgunluktan durduğu yerde sallanıyordu ama hâlâ etrafına gülümsüyordu. Kolu artık otomatikleşmiş, ortada kimse yokken de selâm vermek üzere kalkıp iniyordu.
İçimizde yorulmamış bir kişi vardı: İstanbullu Rum kızı M... Bana:
- Seni öbür partiden birkaç kişiyle daha tanıştırmam lâzım, dedi. Önce Cumhuriyetçi gazetenin idarehanesine gidelim!
Nalbant dükkânı gibi izbe bir dükkân. Girdik. Burası hem idarehane hem matbaa imiş. İçerde, en az 70 yaşında kambur bir adamla 14-15 yaşında bir çıraktan başka kimse yoktu. Haftada bir çıkan bu iktidar gazetesi elle dizildiği için, matbaada Linotip de yoktu. İhtiyar mürettip, kör bir ışığın altında kasalardan harf toplayıp satırları diziyordu. Yanına vardığımızda, muhalefet adayının karısiyle el sıkışıp hal hatır sordular. Sonra, M., mürettibi bana, tanıttı:
- S. Postası Sahip ve Başyazarı Mr. K.
İhtiyar sahip, başyazar ve mürettip bir Türk gazetecisi olduğumu öğrenince kör ışığın altında sert sert yüzünme baktı:
- Sen harb taraftarı mısın? dedi.
- Hayır, dedim, barış taraftarıyım!
O zaman ihtiyar gazetecinin yüzü güldü, kör ışığın altında yüzünün kırışıkları gölgelendi, sırtımı sıvazlayıp:
- Öyleyse iyi, dedi. Amerika'ya hoş geldin!
Ayrılırken bizi kapıya kadar geçirdi.
*
MEYDANA çıkınca M.,
- Haydi şimdi Şerif'in dairesine, dedi.
Kovboy filmlerinin Emniyet Âmiri Şerif, Amerika'da hâlâ yaşıyor ve hâlâ bu mevkie seçimle geliyor.
Şerif'in dairesi, loş hükümet binasında, tahta döşemeli çıplak bir odaydı. Kovboy devirlerindenberi hiç değişmemiş asık çehreli bir şerif, ayaklarını bir iskemleye uzatmış, kollarını kavuşturmuştu. Karşısında oturan iki avukatla iş konuşuyordu. M., kim olduğumu, nereli olduğumu bile iyice anlatmadan beni Şerifin yanında bırakıp, yargıcı aramak üzere gitti.
Şerif de avukatlar da Cumhuriyetçi idiler. Demokrat adayın karısı, seçimlere birkaç gün kala, bu garip yabancıyı neden yanlarına bırakıp da kaçıp gitmişti? Belli ki buna bir türlü akıl erdiremediler. Kimbilir, belki de ben yıllardanberi gördükleri ilk yabancıydım. Ben de ne yapacağımı şaşırdığım için yüzlerine bakıp sırıttım. Onlar sırıtmadılar da. Bir zaman bana baktıktan sonra, baş başa verip yavaş sesle konuşmaya devam ettiler. Şerif'in elinde bir kibrit kutusu vardı, üstünde «Vatandaş, oyunu Şerif X'e ver» yazılı, idi.
Neyse M., çabuk döndü. Yargıcı bulamamış. Yeni seçimlere hazırlanan Cumhuriyetçi Şerif X’le avukatların ellerini sıkıp oradan da ayrıldık.
*
YAZIHANEYE döndüğümüzde M., bir dolabın içinde saklı duran bir kartonu çıkarıp gizlice bana gösterdi. Meğer İstanbullu M., burada ocak başkanı imiş. Kartona kendi bölgesinin haritasını çizmiş. Bu haritada bütün evler gösterilmişti, her evde kimlerin oturduğu, kimlerin Demokrat, kimlerin Cumhuriyetçi, kimlerin kararsız olduğu yazılıydı. Bazı Demokrat evlerin üstünde kırmızı işaretler var di. Bu evlerde oturanlar, telkin kuvveti olan Demokratlarmış, Cumhuriyetçi ve tarafsız komşularını kendi taraflarına çekmeğe çalışıyorlarmış.
M., harekât plânını bana iyice izah edip gene dolaba sakladığı sırada, kocası elini yüzünü yıkamış, yanımıza dönmüştü.
Akşam yemeğine beni evlerine götüreceklerdi. Yol boyunca otomobilde R., ortalığın kararmış olmasına rağmen hâlâ bir eliyle sağa sola selâm veriyor, yüzündeki gerilmiş tebessümü hâlâ yerinde tutmaya çalışıyordu. Otomobille 15 dakika kadar R.,nin çiftliğinden geçtikten sonra eve vardık.
Burası, yüksek ağaçların altında, önü sütunlu, büyük ve eski bir konaktı. İçerisi antika eşya ile döşenmişti. Büyükanne, yazıhanedeki işleri bitirdikten, çocukları mektepten aldıktan sonsa eve gelip yemeği hazırlamış, üzerinde şamdanlar yanan mükellef bir masanın başında, zengin bir gece kıyafetiyle bizi bekliyordu.
M. hazırlanıncaya kadar biz R. ile beraber salona geçtik. R. bir koltuğa çöktü. Kollarını iki yana sarkıttı. 7 saattir yüzünde duran gerilmiş tebessümü silip birkaç dakika öyle bir noktaya baktı durdu. Bu birkaç dakikanın sonunda, politikacı R. gitmiş, ağır başlı, kültürlü, olgun bir insan gelmişti.
Basılı programımı gördünüz, dedi. Beylik birkaç vaitten başka içinde hiçbir şey yok. Bütün adayların programları böyledir. Çünkü seçmenler nasıl olsa programa bakmazlar. Mesele onlara güven telkin edip gönüllerini kazanabilmekte. Seçildikten sonra memleketine ne yolda hizmet edeceğini kararlaştırmak, tamamen politikacının kendi vicdanına kalmış bir şeydir.
O sırada çocuklar da içeriye gelmişti. Biri 10 yaşında nazik bir çocuk, biri de 5 yaşında bir afacandı. 10 yaşındaki çocuk bana annesinin memleketi hakkında sorular sorarken, 5 yaşındaki afacan, sabahtanberi görmediği babasının kucağında ona yapmadığı eziyeti bırakmıyordu. Ben 10 yaşındakine cevap yetiştirir, R. de 5 yaşındakini zaptetmiye çalışırken, arada konuşmamıza devam ediyorduk. Dünya siyasetinden, ekonomiye, sanata kadar her sahada geniş bilgisi olan R., seçilirse takip edeceği siyaseti anlatıyordu.
Biz yemeğin ortasındayken, çiftlikte çalışan bazı işçiler, dileklerini bildirmek üzere R.’yi görmiye geldiler. R. yemeğini yarıda bırakıp, misafir odasında onlarla görüşmeğe gitti. Daha sonra da siyasî bir gece toplantısına gidecekti. Gece vakti, bir saat ötedeki Winston - Salem’e beni otomobille karısı götürecekti.
Dilimin ucuna, kadar geldi:
- Gece vakti yalnız başınıza bir şehirden bir şehire dönmiye korkmaz mısınız diye soracaktım.
Neyse ki bu soru ağzımdan çıkmadan, M.nin ilk vatanında olmadığımız aklıma geldi.
*
BU maceradan günler sonra, ben bu yazıları bitirirken, seçimler yapıldı, sonuçlar alındı. S. Kasabasının bulunduğu ilde, bütün Demokrat adaylar her zaman olduğu gibi gene kaybetmiş, yalnız Eyalet Senatosuna, nice yıllardanberi ilk defa bir Demokrat seçilmişti.
Asaleti Ortaçağlardaki İngiliz şatolarında başlıyan, toprakları binlerce dönüm yer kaplıyan genç, zengin ve kültürlü R., fabrika kapıcısının önünde eğilmiş, içşilerin peşinden koşmuş, binlerce el sıkmış, tanıdığının tanımadığının hatırını sormuş, kendisini istiskal eden yüzlere gülmüş ve zafere ulaşmıştı. Geçen gün kendisiyle telefonda konuştum. Sevinçten sesi titriyordu. Amerika'da bir Eyalet Senatosu üyesinin ne adı duyulur, ne aldığı para ettiği masrafı karşılar. Ama iyiniyetli bir Eyalet Senatörünün memleketine yapabileceği hizmetler geniştir. R.'nin artık çiftliğinde geçirdiği rahat günler sona ermişti.
- Bu zaferde karınızın da payı büyük olsa gerek, onu da tebrik ederim, dedim.
- Asıl zafer onun, dedi.
Amerika büyük bir kazandı ve bu kazandaki aşta bütün dünya milletlerinin tuzu vardı. Amerika'yı vatan edinen İstanbullu bir Rum kızı da artık bu aşa kendinden bir tutam tuz atabilmiş olmanın sevinci içindeydi.
(Bitti)
----------
(*) Birinci yazı 20 Kasım, ikinci yazı 22 Kasım tarihli Halkçı'da çıkmıştır.
Koleksiyon
Alıntı
“İstanbul'lu Rum Kızı'nın Sırrı,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 29 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/323 ulaşıldı.