Yürüyüş
Başlık:
Yürüyüş
Kaynak:
Ulus, "Günaydın" ss. 1, 2
Tarih:
1961-05-21
Lokasyon:
Rahşan Ecevit Arşivi, "Günaydın Yazı Dizisi 1960-61"
Metin:
GÜNAYDIN
BÜLENT ECEVİT
YÜRÜYÜŞ
Geçen yıl bugün, sıcak bir 21 Mayıs günüydü.. Güneş bulutsuz göğün ortasında pırıl pırıl.. Ama dünya kararmış gibiydi. Üç haftadır sokaklarda «hürriyet» diye diye haykıran gençlerin nefesleri tükenmek üzereydi. Okullar kapatılmış, gençlerden bir çoğu Anadoluya dağıtılmıştı. Kalanlar da tevkiflerle hergün seyreliyordu. Gerçi artık yolun dönülmez noktası aşılmıştı. Meşruluk dışına çıkan, halkın desteğini yitiren iktidar er geç devrilecekti. Ama ne zaman, nasıl, ne pahasına?.. Bu çağda, köklü bir devletin başına geçmiş ve bir daha inmek istemeyen zorba bir iktidar yalnız halk hareketleriyle devrilebilir miydi?.. Ordusuz bunun sonu nasıl gelirdi?.. Ordu ne düşünüyordu, ne yapacaktı?..
Ordu?.. Ordu?.. Ordu?.. Artık bütün hürriyet savaşlarının, bütün hürriyet özliyenlerin kafalarında düğümlenen sorgu buydu.
Sıcak bir Mayıs günüydü.. Güneş gökte pırıl pırıl, ama ortalık kararmış gibiydi. Kafasında bu sorgu, Ankara’nın Atatürk Bulvarında, düşünceli, kaygılı yürüyen nice Ankaralı'dan biriydim. Bir tanıdık tuttu kolumdan, kulağıma eğildi:
— Subayları görüyor musun? dedi.
Çevreme baktım. Yürüyenler arasında bir kaç subay da vardı ama, güneşli bir Cumartesi günü öğlen üstü Atatürk Bulvarında bir kaç subay elbette görülürdü.
— Ne olmuş subaylara?, dedim,
— Bugün yürüyüşleri var!, dedi.
— Hani, nerede?, dedim.
— Dikkat et, göreceksin!, dedi.
Partiye yöneldim. Bizim Milletvekillerinden bir kaçı dışarı çıkıyordu.
— Buraya ne geliyorsun, subayların yürüyüşü varmış!, dediler.
— Ben görmedim öyle şey!, dedim.
— Varmış, varmış!, dediler.
Ağustos güneşi kadar sıcak o 21 Mayıs güneşinin altında, çölde su arayan bir susuz gibi, ter içinde, yarı umutlu yarı umutsuz, oradan oraya koştum. Millî Savunmaya kadar çıktım. Görünürde hiç bir şey yoktu. Umutlarım kırılmış, Kızılay’a doğru iniyordum. Birden bire çölde serap görmüş bir susuz gibi durakaldım.
Bulvarın, yukarı doğru sağ kaldırımından, bir haki üniformalı insanlar seli, ağır ağır, kol kola geliyordu. Topluca bir gezintiye çıkmış gibiydiler. Subaylar, evet!.. Fakat baktıkça Harbiyeliler görüyordum. On Harbiyeli, yirmi Harbiyeli, yüz Harbiyeli, sayılamıyacak kadar çok Harbiyeli... Önlerinde subaylar, yukarı doğru geliyorlardı.
Selin önüne bazan, sivil arkadaşlarıyla ya da aileleriyle dolaşan subaylar çıkıyordu. Selden biri ayrılıp bu subaylara yaklaşıyor, bir şeyler fısıldıyordu. O zaman her biri, büyülenmiş gibi, çoluk çocuğunu, eşini dostunu sokağın ortasında bırakıyor, üniformalıların seline katılıyordu. İnsan seli, haki üniformalılar seli, böylece, yukarıya doğru, büyüdükçe büyüyordu.
Ankara halkı, bir mucize karşısında, bir düşün gerçekleşmesi karsısında büyülenmiş gibi, karşı kaldırımdan, Harbiyelileri, subayları izleyerek, yukarı doğru geliyordu. Gelmek değil, sanki bir mıknastısla çekiliyordu.
Yeni Meclis hizasında, birden bire yol atlılarla kesildi. Bir an durdu üniformalıların seli. Ortalık karıştı, homurtular yükseldi.. Sonra atların üzerine yürüyen subaylar gördük. Bir sihirli değnek dağlara değmiş de dağlar delinmiş gibi, hat yarıldı, sel, yukarıya doğru, Çankaya’ya doğru akmağa başladı. İlerde, selin ötesinde, bir General belirdi. Ya omuzlara alınmış ya da yüksek bir şeyin üstüne çıkmıştı. Ne söylediğini duyamıyorduk. Ama söyledikçe alkışlanıyordu.
— Bu konuşan, Burhanettin Uluç Paşa!, dediler.
Sonra, Meclise sapan yolun üzerindeki tümsekten bir başka General konuştu:
— Sıtkı Ulay Paşa!. dediler.
Harbiyeliler geriye döndüler.
Kızılay’a doğru, başlarında generalleri, subayları, ağır ağır inmeye başladılar. Artık kaldırımla beraber yol da dolmuştu.
Karşı yoldan halk, onların cazibesinde, Kızılaya doğru akıyordu. Sıcakta yumuşayan asfaltın üzerindeki yumuşak adım seslerinden başka ses yoktu.
Bazan, halkın arasına yeni karışan biri, şaşırıyor, heyecanını tutamayıp alkışlayacak, haykıracak oluyordu. O anda, subaylardan ya da Harbiyelilerden birinin eli havaya kalkıyor, ortalık yeniden, sadece adım seslerinin sessizliğine gömülüyordu.
Halk, bir yüceltici mucize karşısındaymış gibi, bir kutsal törendeymiş gibi sessizdi, esrikti.
Orduevinin önünde, Zafer Alanındaki Atatürk heykeli, üniformalılarla çevrildi. Bir komut verildi. Harbiyelilerin, subayların topluluğundan İstiklâl Marşı yükseldi. İçlerimizin gökte yansımış karanlığı üstümüzden perde perde açılmağa, içlerimize bir aydınlık dolmağa başladı.
Sonra bir ağızdan Harb Okulu marşını söylediler. O marşın güzelliğini ilk defa böylesine duyar, sözlerini ilk defa anlar gibiydik. Ne zamandır kapalı kalmış bir sır gibi açılıyordu Harbiye marşı satır satır.
«Tufanları gösteren tarihlerin yadıyız»
diyordu Harbiyeliler: Tarihimizden kopup gelen bir tufan sanki önümüzdeki engelleri yıkıyordu.
«Kanla irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti»
diyordu Harbiyeliler: Gözlerimizin önünde. Turan Emeksiz’in kanı Cumhuriyet kuşaklarının irfanıyla kaynaşıyordu.
«Yüz senedir Harbiye bu Orduya şan verir,
Çıkardığı dehalar semalara yükselir:»
Atatürk sanki heykelinden dirilip semalara yükseliyor, yukardan bize, ufukları delen gözleriyle bir yol gösteriyordu.
«Göklerden gelen bir ses sana ne diyor dinle»!..
Sanki göklerden gelen bir ses dinliyorduk:
«Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen,
Kartal yuvalarında hürdür millet seninle»...
İçimize hürriyet bir serin rüzgâr gibi esiyordu.
Haykırıyorduk, bütün halk, Harbiyeliler beraber Harbiyeye:
«Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle»...
Sonra hep beraber yukarıya doğru yürüyüş başladı. Yürüyüşlerin yürüyüşüydü bu.. Yürüyüş değil sanki, Mustafa Kemal’in «Dağ Başını Duman Almış» şarkısının şarkılılıktan çıkıp canlanışı, yepyeni bir güç kaynağı olarak tabiattan fışkırışı, hattâ tabiatı yeni baştan yaratışıydı bu...
Bir «gümüş dere» olmuştu Harbiyeliler, dumanlı dağlar üstünde doğan bir güneşe doğru akıyordu.. Harbiyeliler söyledikçe, «yer gök su», sanki tabiattan da üstün bir kuvvet karşısında kulak kesilmiş, dinliyordu.. «Bu ağaçlar», deyince Harbiyeli, sanki ağaçlar o bahar ilk defa yeşeriyordu; «bu güzel kuşlar» deyince, üzerimizdeki kuşların cıvıl cıvıl sesi, sanki göğümüze o an gelmişler gibi işitilmeğe başlıyordu.
Dağları taşlarıyla, ağaçları, güzel kuşlarıyla, masmavi göğü, pırıl pırıl güneşiyle, sanki bir vatan yeniden doğuyor, sanki tabiat bir derin uykudan uyanıp, ne zamandır ilk defa, kendi varlığını, kendi sesini, kendi gücünü, güzelliğini duyuyordu. Sanki yalnız bu topraklarda yaşayan insanlar değil, dağ başını alan bir duman altında ne zamandır gömülü kalmış dağlar taşlar da, ağaçlar kuşlar da, bizimle beraber azad olunup meydana çıkıyordu.
Henüz kurtuluş gününden habersizdik ama, artık yolun sonunu görüyorduk.
«Yürüyelim arkadaşlar»
diyordu Harbiyeliler, kuşlarla cıvıl cıvıl, güneşle ışıl ışıl, ağaçlarla yeşil bir yolda yürüyorduk...
İnsanlığın en mutlu, en güzel yürüyüşüydü bu.. Güneşe doğru bir yürüyüştü bu.. Hürriyete doğru yürüyüş..
BÜLENT ECEVİT
YÜRÜYÜŞ
Geçen yıl bugün, sıcak bir 21 Mayıs günüydü.. Güneş bulutsuz göğün ortasında pırıl pırıl.. Ama dünya kararmış gibiydi. Üç haftadır sokaklarda «hürriyet» diye diye haykıran gençlerin nefesleri tükenmek üzereydi. Okullar kapatılmış, gençlerden bir çoğu Anadoluya dağıtılmıştı. Kalanlar da tevkiflerle hergün seyreliyordu. Gerçi artık yolun dönülmez noktası aşılmıştı. Meşruluk dışına çıkan, halkın desteğini yitiren iktidar er geç devrilecekti. Ama ne zaman, nasıl, ne pahasına?.. Bu çağda, köklü bir devletin başına geçmiş ve bir daha inmek istemeyen zorba bir iktidar yalnız halk hareketleriyle devrilebilir miydi?.. Ordusuz bunun sonu nasıl gelirdi?.. Ordu ne düşünüyordu, ne yapacaktı?..
Ordu?.. Ordu?.. Ordu?.. Artık bütün hürriyet savaşlarının, bütün hürriyet özliyenlerin kafalarında düğümlenen sorgu buydu.
Sıcak bir Mayıs günüydü.. Güneş gökte pırıl pırıl, ama ortalık kararmış gibiydi. Kafasında bu sorgu, Ankara’nın Atatürk Bulvarında, düşünceli, kaygılı yürüyen nice Ankaralı'dan biriydim. Bir tanıdık tuttu kolumdan, kulağıma eğildi:
— Subayları görüyor musun? dedi.
Çevreme baktım. Yürüyenler arasında bir kaç subay da vardı ama, güneşli bir Cumartesi günü öğlen üstü Atatürk Bulvarında bir kaç subay elbette görülürdü.
— Ne olmuş subaylara?, dedim,
— Bugün yürüyüşleri var!, dedi.
— Hani, nerede?, dedim.
— Dikkat et, göreceksin!, dedi.
Partiye yöneldim. Bizim Milletvekillerinden bir kaçı dışarı çıkıyordu.
— Buraya ne geliyorsun, subayların yürüyüşü varmış!, dediler.
— Ben görmedim öyle şey!, dedim.
— Varmış, varmış!, dediler.
Ağustos güneşi kadar sıcak o 21 Mayıs güneşinin altında, çölde su arayan bir susuz gibi, ter içinde, yarı umutlu yarı umutsuz, oradan oraya koştum. Millî Savunmaya kadar çıktım. Görünürde hiç bir şey yoktu. Umutlarım kırılmış, Kızılay’a doğru iniyordum. Birden bire çölde serap görmüş bir susuz gibi durakaldım.
Bulvarın, yukarı doğru sağ kaldırımından, bir haki üniformalı insanlar seli, ağır ağır, kol kola geliyordu. Topluca bir gezintiye çıkmış gibiydiler. Subaylar, evet!.. Fakat baktıkça Harbiyeliler görüyordum. On Harbiyeli, yirmi Harbiyeli, yüz Harbiyeli, sayılamıyacak kadar çok Harbiyeli... Önlerinde subaylar, yukarı doğru geliyorlardı.
Selin önüne bazan, sivil arkadaşlarıyla ya da aileleriyle dolaşan subaylar çıkıyordu. Selden biri ayrılıp bu subaylara yaklaşıyor, bir şeyler fısıldıyordu. O zaman her biri, büyülenmiş gibi, çoluk çocuğunu, eşini dostunu sokağın ortasında bırakıyor, üniformalıların seline katılıyordu. İnsan seli, haki üniformalılar seli, böylece, yukarıya doğru, büyüdükçe büyüyordu.
Ankara halkı, bir mucize karşısında, bir düşün gerçekleşmesi karsısında büyülenmiş gibi, karşı kaldırımdan, Harbiyelileri, subayları izleyerek, yukarı doğru geliyordu. Gelmek değil, sanki bir mıknastısla çekiliyordu.
Yeni Meclis hizasında, birden bire yol atlılarla kesildi. Bir an durdu üniformalıların seli. Ortalık karıştı, homurtular yükseldi.. Sonra atların üzerine yürüyen subaylar gördük. Bir sihirli değnek dağlara değmiş de dağlar delinmiş gibi, hat yarıldı, sel, yukarıya doğru, Çankaya’ya doğru akmağa başladı. İlerde, selin ötesinde, bir General belirdi. Ya omuzlara alınmış ya da yüksek bir şeyin üstüne çıkmıştı. Ne söylediğini duyamıyorduk. Ama söyledikçe alkışlanıyordu.
— Bu konuşan, Burhanettin Uluç Paşa!, dediler.
Sonra, Meclise sapan yolun üzerindeki tümsekten bir başka General konuştu:
— Sıtkı Ulay Paşa!. dediler.
Harbiyeliler geriye döndüler.
Kızılay’a doğru, başlarında generalleri, subayları, ağır ağır inmeye başladılar. Artık kaldırımla beraber yol da dolmuştu.
Karşı yoldan halk, onların cazibesinde, Kızılaya doğru akıyordu. Sıcakta yumuşayan asfaltın üzerindeki yumuşak adım seslerinden başka ses yoktu.
Bazan, halkın arasına yeni karışan biri, şaşırıyor, heyecanını tutamayıp alkışlayacak, haykıracak oluyordu. O anda, subaylardan ya da Harbiyelilerden birinin eli havaya kalkıyor, ortalık yeniden, sadece adım seslerinin sessizliğine gömülüyordu.
Halk, bir yüceltici mucize karşısındaymış gibi, bir kutsal törendeymiş gibi sessizdi, esrikti.
Orduevinin önünde, Zafer Alanındaki Atatürk heykeli, üniformalılarla çevrildi. Bir komut verildi. Harbiyelilerin, subayların topluluğundan İstiklâl Marşı yükseldi. İçlerimizin gökte yansımış karanlığı üstümüzden perde perde açılmağa, içlerimize bir aydınlık dolmağa başladı.
Sonra bir ağızdan Harb Okulu marşını söylediler. O marşın güzelliğini ilk defa böylesine duyar, sözlerini ilk defa anlar gibiydik. Ne zamandır kapalı kalmış bir sır gibi açılıyordu Harbiye marşı satır satır.
«Tufanları gösteren tarihlerin yadıyız»
diyordu Harbiyeliler: Tarihimizden kopup gelen bir tufan sanki önümüzdeki engelleri yıkıyordu.
«Kanla irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti»
diyordu Harbiyeliler: Gözlerimizin önünde. Turan Emeksiz’in kanı Cumhuriyet kuşaklarının irfanıyla kaynaşıyordu.
«Yüz senedir Harbiye bu Orduya şan verir,
Çıkardığı dehalar semalara yükselir:»
Atatürk sanki heykelinden dirilip semalara yükseliyor, yukardan bize, ufukları delen gözleriyle bir yol gösteriyordu.
«Göklerden gelen bir ses sana ne diyor dinle»!..
Sanki göklerden gelen bir ses dinliyorduk:
«Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen,
Kartal yuvalarında hürdür millet seninle»...
İçimize hürriyet bir serin rüzgâr gibi esiyordu.
Haykırıyorduk, bütün halk, Harbiyeliler beraber Harbiyeye:
«Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle»...
Sonra hep beraber yukarıya doğru yürüyüş başladı. Yürüyüşlerin yürüyüşüydü bu.. Yürüyüş değil sanki, Mustafa Kemal’in «Dağ Başını Duman Almış» şarkısının şarkılılıktan çıkıp canlanışı, yepyeni bir güç kaynağı olarak tabiattan fışkırışı, hattâ tabiatı yeni baştan yaratışıydı bu...
Bir «gümüş dere» olmuştu Harbiyeliler, dumanlı dağlar üstünde doğan bir güneşe doğru akıyordu.. Harbiyeliler söyledikçe, «yer gök su», sanki tabiattan da üstün bir kuvvet karşısında kulak kesilmiş, dinliyordu.. «Bu ağaçlar», deyince Harbiyeli, sanki ağaçlar o bahar ilk defa yeşeriyordu; «bu güzel kuşlar» deyince, üzerimizdeki kuşların cıvıl cıvıl sesi, sanki göğümüze o an gelmişler gibi işitilmeğe başlıyordu.
Dağları taşlarıyla, ağaçları, güzel kuşlarıyla, masmavi göğü, pırıl pırıl güneşiyle, sanki bir vatan yeniden doğuyor, sanki tabiat bir derin uykudan uyanıp, ne zamandır ilk defa, kendi varlığını, kendi sesini, kendi gücünü, güzelliğini duyuyordu. Sanki yalnız bu topraklarda yaşayan insanlar değil, dağ başını alan bir duman altında ne zamandır gömülü kalmış dağlar taşlar da, ağaçlar kuşlar da, bizimle beraber azad olunup meydana çıkıyordu.
Henüz kurtuluş gününden habersizdik ama, artık yolun sonunu görüyorduk.
«Yürüyelim arkadaşlar»
diyordu Harbiyeliler, kuşlarla cıvıl cıvıl, güneşle ışıl ışıl, ağaçlarla yeşil bir yolda yürüyorduk...
İnsanlığın en mutlu, en güzel yürüyüşüydü bu.. Güneşe doğru bir yürüyüştü bu.. Hürriyete doğru yürüyüş..
Koleksiyon
Alıntı
“Yürüyüş,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 22 Kasım 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/1379 ulaşıldı.