Almanya ve "Türk Mucizesi"
Başlık:
Almanya ve "Türk Mucizesi"
Kaynak:
Ulus, "Günün Işığında", s. 3
Tarih:
1958-09-19
Lokasyon:
Atatürk Kitaplığı
Metin:
GÜNÜN IŞIĞINDA
BÜLENT ECEVİT
Almanya ve "Türk mucizesi„
IKİNCİ Dünya Harbinden bir yıkıntı yığını olarak çıkmış Batı Almanya, şimdi dünyanın en bayındır, en varlıklı ülkelerinden biri.. En verimli bazı bölgeleri demirperde gerisinde kaldığı halde, gövdesinin yarısı kesilince öbür yarısıyla gelişen yaratıklar gibi, Almanya'nın Batı yarısı da, 13 yıl içinde, harb öncesi durumunu aratmıyacak, hattâ belki sönük bırakacak kadar kanlanıp canlanmış.
Hem de «hürriyet yerine azot fabrikası» ilkesine bağlanarak değil, tam bir hürriyet düveni içinde kalkınmış.
Batı Almanya'nın bu kalınmasına «mucize» demekle kendi kendimizi aldatmış oluruz. Elbette bu baş döndürücü kalkınmanın elle tutulur, gözle görülür bazı nedenleri vardır ve bu nedenler elbette Batı Almanya halkının ve idaresinin tutumunda ve davranışında saklıdır.
Batı Almanya'da, Bavyera'nın başkenti Münih'de, 4 gün kaldım. Bu 4 günün de Cumartesi - Pazara rastlıyan ilk iki gününü müzelerde, ondan sonraki iki gününü üyesi bulunduğum Avrupa Konseyinin Kültürel Komisyon toplantılarında, gecelerimi ise konserlerde geçirdim.
Onun için bu 4 günde Almanları ve Almanya'yı tanımak ve Alman kalkınmasının sırrına ermek, bu kalkınmanın nasıl sağlanabildiğini anlamak fırsatını bulduğumu söyleyemem.
Ancak insan, kısaca kaldığı bir ülkeyi tanıma yolunda hiç bir emek veremese bile, günlük gözlemlerini toplayınca bazı ip uçları yakalar gibi oluyor.
Ben şu kısa yazıda, Münih deki 4 günlük gözlemlerimden bir kaçını okurlarımın yargısına sunmakla yetineceğim. Bu gözlemlerin «mucize» denilen Batı Almanya kalkınmasına bir-iki noktasından olsun ışık tutabileceğini ve benim yakalar gibi olduğum bazı ip uçlarını okurlarıma da göstereceğini umarım.
*
BAVYERA Başbakanının bir kabul resmine çağrıLı idik. Çağrıya smokinle gitmek gerekiyormuş, fakat ben yanıma smokin almamıştım. Özür dileyip gitmeyecek oldum,
— Burada öyle şeye bakılmaz, üzerinizdeki esvapla gelebilirsiniz! dediler.
Gerçekten benim çekingenliğim yersizmiş... Bazı Alman diplomatları bile günlük giyimleriyle gelmişlerdi. Millî Eğitim Bakanının üstünde gri bir esvap vardı.
Kabul resmindeki Alman Bakanlarının, milletvekillerinin, yüksek memurlarının eşleri, bir çok Ankaralı hanımların pazara giderken bile giymeğe güçlükle razı olabilecekleri kadar sade esvaplar giymişlerdi. Çoğunun boynundaki kolyeler, parmaklarındaki yüzükler, işportada alınabilecek en ucuz süs eşyasındandı.
Kasaları harcedemiyeceği kadar bol dövizle dolu Batı Almanya'da, Bavyera Başbakanının verdiği kabul resminde, viskiler, konyaklar, sampanyalar yoktu. Konuklara içki olarak yalnız yerli sarapla bira sunuluyordu. Yemekler basit ve ancak yetecek kadardı.
Batı Almanya cam ve porselen endüstrisinin merkezlerinden biri olduğu halde, yemekler, bizde eskicilerin sattığı, düz beyaz ucuz lokanta tabaklarında yeniliyordu. Sofradaki basit sigara tablalarının içinde değişik otel adlan yazılıydı. Kim bilir, belki de bu tablalar, ucuz olsun diye, bir tenzilâtlı satıştan alınmıştı!
Bir de Batı Almanya'dan birkaç milyonluk dolarlık yardım elde edebilmek için çırpınan, yabancı yardımı olmaksızın ekonomisi ayakta duramıyacak duruma gelmiş olan Türkiye'yi, o Türkiye'de, yoksul bir halkın ödediği vergilerle verilen kabul resimlerini düşündüm. Sonunda birkaç şölenlik yemek artığı kalan, viskiden, şampanyadan başka içki zor bulunan, elmaslardan, incilerden, Dior ve Fath modellerinden geçilmeyen kabul resimlerini...
Devlet Başkanlığımızın yeni yatı için Almanya'dan, Çankaya köşkü için İngiltere'den yüzbinlerce liralık doviz karşılığında getirtilen sofra takımlarını düşündüm.
Bunları düşündüm, ve Almanya'nın «mucizevî» kalkınmasına değil, Türkiye'nin, eş dost yardımıyla da olsa hâlâ ayakta durabilmesine şaştım!
*
AVRUPA Konseyinin Kültürel Komisyon toplantıları Bavyera Millî Eğitim Bakanlığında yapılıyordu. İki günümüz, sabahtan akşama kadar, Bakanlıkta geçti.
Bu Bakanlık, şimdiye kadar içinde bulunduğum yapıların en sessizi, en ıssızı idi. İki gün boyunca koridorlarda, iş takib eden bir tek insana, kapı önlerinde uyuklayan veya odadan odaya evrak götüren bir tek odacıya rastlamadım. Her kapıda ancak iki-üç memurun adları yazılıydı. İşlerin öyle bir düzene sokulduğu belliydi ki, her iş, yurttaşların takib etmelerine lüzum kalmak şöyle dursun, sanki hiç insan eli değmeksizin, kendiliğinden yürüyordu.
Bir de Türkiye'deki devlet dairelerini düşündüm, memur, odacı ve lâf bolluğu içinde sürüklenen, bitip tukenmez bir havale trafiğine kapılıp çıkmaza saplanan işleri; ellerinde bir büyükten bir başka büyüğe yazılmış tavsiye kartlarıyla, Kafka"nın romanlarındaki çaresizler gibi kapılarda bekleşen yurttaşlarımı; vakitlerinîn büyük bir kısmını devlet dairelerinde yurttaşlarının en tabii haklarını aramağa ayırmak zorunda kalan milletvekillerimizi düşündüm.
Bunları düşündüm ve Almanya'nın nasıl olup da bu kadar hızlı ilerleyebildiğine değil, bizim nasıl olup da aynı hızla gerisin geri gitmediğimize şaştım.
*
YOLLUK çekimi bozdurmak için bir sabah Münih Merkez Bankasına uğramıştım. Koca bir salonda 6-7 memur ya var ya yoktu. Bazılarının hallerinden müdür veya şef oldukları belliydi. Önce şef masasına oturup müracaatçıyla görüşüyor, sonra kalkıp daktilo masasına oturarak gerekli yazıları kendi elleriyle yazıyorlardı.
Ben bu salonda 15 dakika kadar oturup sıra beklerken, döviz havalelerini almak için gelen kadınlı erkekli müracaatçıların istisnasız hepsi ellerinde birer ay_yıldızlı pasaport, Türk pasaportu tutuyorlardı. Sıra bana geldiğinde, bir memur, gişenin yanına bir deste evrak koyuyordu. Evrak son bir defa kontrol edilirken gözüm ilişti: Hemen hepsinin üstünde Türk adları yazılıydı.
Münih'deki Türklere gelen dövizler olmasa, sanki Münih Merkez Bankasında memurlar boş oturacaklardı.
Dışarda dolaşırken hemen hangi büyük mağazanın önünden geçsem, kulaklarıma Türkçe konuşmalar çalınıyordu:
— Aman ne ucuz!
— Aman şunu da alalım!
Sonra öğrendim: Münihde olsun, Batı Almanya'nın başka bazı büyük şehirlerinde olsun birçok Türk ihracatçı büroları varmış. Bu büroların başındaki Türkler, sırf Türkiye'den bol dövizle gelenlerin alışverişine - ticarî değil, zatî eşya alısverişine_aracılık etmekle, onların tenzilâtlı ihracat muamelelerini yaptırmakla, gül gibi geçinir giderlermiş!
Münih Merkez Bankasında 15 dakika bekledikten, Münih'in çarşı pazarında biraz dolaştıktan, Almanyayı kaplıyan ihracat bürolarımızı duyduktan sonra, Batı Almanya'nın nasıl olup da 13 yıl içinde kasalarını dövizle doldurabildiğine değil. Türkiye'nin nasıl olup da hâlâ, dışardaki memur ve öğrencilerinin aylıklarını gönderebilecek kadar dövizi kaldığına şaştım.
Bize ancak 50 milyon dolarlık kredi yardımında bulunmakla Batı Almanya doğrusu pek akılsızca davranmış! Elindeki bütün dövizi Türkiye'ye verse ne lâzım gelirdi? Nasıl olsa, daha birkaç ay geçmeden o dövizler Münih veya Frankfurt'un çarşılarına dökülüp gene kendi Merkez Bankası kasalarına dönecek değil miydi?
*
MÜNİH, Almanaya'nın, hatta bütün Avrupa'nın başlıca sanat merkezlerinden biri, resim müzeleri dolaşmakla bitmiyor. Her akşam birkaç konser, opera var, Harbten sonra Almanların, yıkılan evlerinden, fabrikalarından önce müzelerini, konser ve opera salonlarını onardıklarını duymuştum. İktisadî kalkınmanın kültürle sıkı bağlantısını, kültürsüz kalkınma olamıyacağını Münih'de daha iyi anladım.
«Hiç değilse» diyordum içimden, «buradaki binlerce yurttaşımız Münih'in bu kültürel zenginliklerinden yararlanıyordur!..»
Fakat bütün Cumartesi ve Pazarımı müzelerde geçirdiğim, iki akşam konsere, bir akşam operaya gittiğim halde, Münih Merkez Bankasının koridorlarını dolduran, Münih çarşısını handiyse Türkiye'nin bir parçası haline getiren yurttaşlarımızdan bir tekine, ne o müzelerde ne konserlerde ne de operada rastlıyabildim.
*
IŞTE sayın okurlarım: size Münih'deki 4 günümden birkaç gözlem!
Varın siz bu gözlemleri dilediğiniz gibi değerlendirin!
Bana sorarsanız, artık bence ortada bir «Alman mucizesi» yok, ancak bir «Türk mucizesi» vardır: O «mucize» de bizim, bugünün dünyasında, hâlâ var olabilmemizdir!
BÜLENT ECEVİT
Almanya ve "Türk mucizesi„
IKİNCİ Dünya Harbinden bir yıkıntı yığını olarak çıkmış Batı Almanya, şimdi dünyanın en bayındır, en varlıklı ülkelerinden biri.. En verimli bazı bölgeleri demirperde gerisinde kaldığı halde, gövdesinin yarısı kesilince öbür yarısıyla gelişen yaratıklar gibi, Almanya'nın Batı yarısı da, 13 yıl içinde, harb öncesi durumunu aratmıyacak, hattâ belki sönük bırakacak kadar kanlanıp canlanmış.
Hem de «hürriyet yerine azot fabrikası» ilkesine bağlanarak değil, tam bir hürriyet düveni içinde kalkınmış.
Batı Almanya'nın bu kalınmasına «mucize» demekle kendi kendimizi aldatmış oluruz. Elbette bu baş döndürücü kalkınmanın elle tutulur, gözle görülür bazı nedenleri vardır ve bu nedenler elbette Batı Almanya halkının ve idaresinin tutumunda ve davranışında saklıdır.
Batı Almanya'da, Bavyera'nın başkenti Münih'de, 4 gün kaldım. Bu 4 günün de Cumartesi - Pazara rastlıyan ilk iki gününü müzelerde, ondan sonraki iki gününü üyesi bulunduğum Avrupa Konseyinin Kültürel Komisyon toplantılarında, gecelerimi ise konserlerde geçirdim.
Onun için bu 4 günde Almanları ve Almanya'yı tanımak ve Alman kalkınmasının sırrına ermek, bu kalkınmanın nasıl sağlanabildiğini anlamak fırsatını bulduğumu söyleyemem.
Ancak insan, kısaca kaldığı bir ülkeyi tanıma yolunda hiç bir emek veremese bile, günlük gözlemlerini toplayınca bazı ip uçları yakalar gibi oluyor.
Ben şu kısa yazıda, Münih deki 4 günlük gözlemlerimden bir kaçını okurlarımın yargısına sunmakla yetineceğim. Bu gözlemlerin «mucize» denilen Batı Almanya kalkınmasına bir-iki noktasından olsun ışık tutabileceğini ve benim yakalar gibi olduğum bazı ip uçlarını okurlarıma da göstereceğini umarım.
*
BAVYERA Başbakanının bir kabul resmine çağrıLı idik. Çağrıya smokinle gitmek gerekiyormuş, fakat ben yanıma smokin almamıştım. Özür dileyip gitmeyecek oldum,
— Burada öyle şeye bakılmaz, üzerinizdeki esvapla gelebilirsiniz! dediler.
Gerçekten benim çekingenliğim yersizmiş... Bazı Alman diplomatları bile günlük giyimleriyle gelmişlerdi. Millî Eğitim Bakanının üstünde gri bir esvap vardı.
Kabul resmindeki Alman Bakanlarının, milletvekillerinin, yüksek memurlarının eşleri, bir çok Ankaralı hanımların pazara giderken bile giymeğe güçlükle razı olabilecekleri kadar sade esvaplar giymişlerdi. Çoğunun boynundaki kolyeler, parmaklarındaki yüzükler, işportada alınabilecek en ucuz süs eşyasındandı.
Kasaları harcedemiyeceği kadar bol dövizle dolu Batı Almanya'da, Bavyera Başbakanının verdiği kabul resminde, viskiler, konyaklar, sampanyalar yoktu. Konuklara içki olarak yalnız yerli sarapla bira sunuluyordu. Yemekler basit ve ancak yetecek kadardı.
Batı Almanya cam ve porselen endüstrisinin merkezlerinden biri olduğu halde, yemekler, bizde eskicilerin sattığı, düz beyaz ucuz lokanta tabaklarında yeniliyordu. Sofradaki basit sigara tablalarının içinde değişik otel adlan yazılıydı. Kim bilir, belki de bu tablalar, ucuz olsun diye, bir tenzilâtlı satıştan alınmıştı!
Bir de Batı Almanya'dan birkaç milyonluk dolarlık yardım elde edebilmek için çırpınan, yabancı yardımı olmaksızın ekonomisi ayakta duramıyacak duruma gelmiş olan Türkiye'yi, o Türkiye'de, yoksul bir halkın ödediği vergilerle verilen kabul resimlerini düşündüm. Sonunda birkaç şölenlik yemek artığı kalan, viskiden, şampanyadan başka içki zor bulunan, elmaslardan, incilerden, Dior ve Fath modellerinden geçilmeyen kabul resimlerini...
Devlet Başkanlığımızın yeni yatı için Almanya'dan, Çankaya köşkü için İngiltere'den yüzbinlerce liralık doviz karşılığında getirtilen sofra takımlarını düşündüm.
Bunları düşündüm, ve Almanya'nın «mucizevî» kalkınmasına değil, Türkiye'nin, eş dost yardımıyla da olsa hâlâ ayakta durabilmesine şaştım!
*
AVRUPA Konseyinin Kültürel Komisyon toplantıları Bavyera Millî Eğitim Bakanlığında yapılıyordu. İki günümüz, sabahtan akşama kadar, Bakanlıkta geçti.
Bu Bakanlık, şimdiye kadar içinde bulunduğum yapıların en sessizi, en ıssızı idi. İki gün boyunca koridorlarda, iş takib eden bir tek insana, kapı önlerinde uyuklayan veya odadan odaya evrak götüren bir tek odacıya rastlamadım. Her kapıda ancak iki-üç memurun adları yazılıydı. İşlerin öyle bir düzene sokulduğu belliydi ki, her iş, yurttaşların takib etmelerine lüzum kalmak şöyle dursun, sanki hiç insan eli değmeksizin, kendiliğinden yürüyordu.
Bir de Türkiye'deki devlet dairelerini düşündüm, memur, odacı ve lâf bolluğu içinde sürüklenen, bitip tukenmez bir havale trafiğine kapılıp çıkmaza saplanan işleri; ellerinde bir büyükten bir başka büyüğe yazılmış tavsiye kartlarıyla, Kafka"nın romanlarındaki çaresizler gibi kapılarda bekleşen yurttaşlarımı; vakitlerinîn büyük bir kısmını devlet dairelerinde yurttaşlarının en tabii haklarını aramağa ayırmak zorunda kalan milletvekillerimizi düşündüm.
Bunları düşündüm ve Almanya'nın nasıl olup da bu kadar hızlı ilerleyebildiğine değil, bizim nasıl olup da aynı hızla gerisin geri gitmediğimize şaştım.
*
YOLLUK çekimi bozdurmak için bir sabah Münih Merkez Bankasına uğramıştım. Koca bir salonda 6-7 memur ya var ya yoktu. Bazılarının hallerinden müdür veya şef oldukları belliydi. Önce şef masasına oturup müracaatçıyla görüşüyor, sonra kalkıp daktilo masasına oturarak gerekli yazıları kendi elleriyle yazıyorlardı.
Ben bu salonda 15 dakika kadar oturup sıra beklerken, döviz havalelerini almak için gelen kadınlı erkekli müracaatçıların istisnasız hepsi ellerinde birer ay_yıldızlı pasaport, Türk pasaportu tutuyorlardı. Sıra bana geldiğinde, bir memur, gişenin yanına bir deste evrak koyuyordu. Evrak son bir defa kontrol edilirken gözüm ilişti: Hemen hepsinin üstünde Türk adları yazılıydı.
Münih'deki Türklere gelen dövizler olmasa, sanki Münih Merkez Bankasında memurlar boş oturacaklardı.
Dışarda dolaşırken hemen hangi büyük mağazanın önünden geçsem, kulaklarıma Türkçe konuşmalar çalınıyordu:
— Aman ne ucuz!
— Aman şunu da alalım!
Sonra öğrendim: Münihde olsun, Batı Almanya'nın başka bazı büyük şehirlerinde olsun birçok Türk ihracatçı büroları varmış. Bu büroların başındaki Türkler, sırf Türkiye'den bol dövizle gelenlerin alışverişine - ticarî değil, zatî eşya alısverişine_aracılık etmekle, onların tenzilâtlı ihracat muamelelerini yaptırmakla, gül gibi geçinir giderlermiş!
Münih Merkez Bankasında 15 dakika bekledikten, Münih'in çarşı pazarında biraz dolaştıktan, Almanyayı kaplıyan ihracat bürolarımızı duyduktan sonra, Batı Almanya'nın nasıl olup da 13 yıl içinde kasalarını dövizle doldurabildiğine değil. Türkiye'nin nasıl olup da hâlâ, dışardaki memur ve öğrencilerinin aylıklarını gönderebilecek kadar dövizi kaldığına şaştım.
Bize ancak 50 milyon dolarlık kredi yardımında bulunmakla Batı Almanya doğrusu pek akılsızca davranmış! Elindeki bütün dövizi Türkiye'ye verse ne lâzım gelirdi? Nasıl olsa, daha birkaç ay geçmeden o dövizler Münih veya Frankfurt'un çarşılarına dökülüp gene kendi Merkez Bankası kasalarına dönecek değil miydi?
*
MÜNİH, Almanaya'nın, hatta bütün Avrupa'nın başlıca sanat merkezlerinden biri, resim müzeleri dolaşmakla bitmiyor. Her akşam birkaç konser, opera var, Harbten sonra Almanların, yıkılan evlerinden, fabrikalarından önce müzelerini, konser ve opera salonlarını onardıklarını duymuştum. İktisadî kalkınmanın kültürle sıkı bağlantısını, kültürsüz kalkınma olamıyacağını Münih'de daha iyi anladım.
«Hiç değilse» diyordum içimden, «buradaki binlerce yurttaşımız Münih'in bu kültürel zenginliklerinden yararlanıyordur!..»
Fakat bütün Cumartesi ve Pazarımı müzelerde geçirdiğim, iki akşam konsere, bir akşam operaya gittiğim halde, Münih Merkez Bankasının koridorlarını dolduran, Münih çarşısını handiyse Türkiye'nin bir parçası haline getiren yurttaşlarımızdan bir tekine, ne o müzelerde ne konserlerde ne de operada rastlıyabildim.
*
IŞTE sayın okurlarım: size Münih'deki 4 günümden birkaç gözlem!
Varın siz bu gözlemleri dilediğiniz gibi değerlendirin!
Bana sorarsanız, artık bence ortada bir «Alman mucizesi» yok, ancak bir «Türk mucizesi» vardır: O «mucize» de bizim, bugünün dünyasında, hâlâ var olabilmemizdir!
Koleksiyon
Alıntı
“Almanya ve "Türk Mucizesi",” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, 21 Aralık 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/1024 ulaşıldı.