Gaziantep 5: "Gölge Etme, Başka İhsan İstemem!"
Title:
Gaziantep 5: "Gölge Etme, Başka İhsan İstemem!"
Source:
Ulus, "Günün Işığında" s. 3
Date:
1956-06-29
Location:
Atatürk Kitaplığı, 152/31
Text:
GÜNÜN IŞIĞINDA
GAZİANTEP: 5
" Gölge etme, başka ihsan istemem !.. „
Gaziantep'in en soluk benizli, en yoksul kılıklı insanını, bir dükkânda öğle yemeği yerken gördüm. Bizlerin girdiğimizi görünce ince yüzünde nazik bir gülümseyişle ayağa kalktı, sofrasına buyur etti. «Sofra», yere serilmiş bir eski hasırdı; yemek te pideler üstünde birkaç domatesle yeşil biber.. 3 kişi idiler: Bizi buyur eden dükkân sahibi ile, çocuk yaşta iki de çırak...
Gaziantep'in en yoksulunun bile yediği yemek zenginlerinin yediğinden pek farklı değildir, demişlerdi. Öyleyse bu adam yoksulun da mı yoksulu idi? Nice yoksul olduğu zaten kendisinin ve çıraklarının yüzlerinden belli idi.
Hemen herkesin iyice bir geçim sağlyacak iş bulabildiği bu şehirde, bu adam ne kadar lüzumsuz, boş, ölü bir iş tutmuş olmalydı ki bu hâle gelmiş olsun!
Bana Gaziantep çarşısını gezdiren -dünkü yazımda sözünü ettiğim- genç iş adamı, bizi sofrasına buyur eden soluk benizli dükkân sahibine, Gaziantep ağzıyla,
— Sağol, ağam! dedi. Biz senin eserlerini görmeğe geldik.
Dükkân sahibinin yüzündeki gülümseyişe bu sefer biraz da utangaçlık katıldı,
— Başüstüne ağam! dedi.
Önümüze geçti, eğreti bir merdivenden bizi dükkânın bodrumuna indirdi. Toprak zeminli bodrum katı çırılçıplaktı. Yalnız bir köşede iki yepyeni, otomatik dokuma tezgâhı görünüyordu. Gümrükten yeni çıkmış gibi pırıl pırıldılar. Birinin üstünde, dokunması yarım kalmış bir köylü kumaşı vardı.
Bir şey söylemiş olmak için,
— Nereden gelmiş bu makinalar, İngiltere'den mi? dedim.
Dükkân sahibi genç adam mahcûp, başını eğip sustu. Gaziantep'li dostlarım konuştular:
— Bunlar kendi eserleri, dediler. İkisini de burada yaptı.
Sonra kendisine dönüp sordular:
— Ne kadarını yerli malzemeden yaptın bunların ağam?
— Üstündeki en küçük cıvataya kadar her şeyi yerlidir, dedi.
Sonra sesini alçaltarak, saklamağa çalıştığı bir gurur gülümseyişiyle ilâve etti:
— Mahsus öyle olsun istemiştik..
Bunu söylerken, yarı gurur yarı da utangaçlıktan gözleri dolmuş gibiydi.
- Fakat, dedi. Dışarıya satarken üstüne yabancı adı yazıyorduk.
- Niçin?
- Yerli olduğunu bilseler almazlardı ki!
- Yılda kaç tane yapıyorsunuz bunlardan? dedim.
- Artık yapmıyoruz, bıraktık, dedi. İthal malından ucuza mal ettiğimiz hâlde muamele vergisi belimizi büküyordu, zarar ediyorduk.
Şimdi, bu Gaziantepli sanatçı, kendi yaptığı makinalarda köylü kumaşları dokuyarak geçimini sağlamağa çalışıyordu.
Her yıl kimbilir ne kadar döviz, bu makinaların belki de daha kötülerinin başka memleketlerden ithaline harcanıyordu! Verdiğimiz dövizle, Avrupada bu makinalardan yapan işçiler refah içinde yaşıyor; ithalâttan aldığı kârla, belki İstanbul'da bir tüccar, Ayazpaşadaki apartmanında hayatın tadını çıkarıyor; Gaziantep'in soluk benizli sanatkâr ustası ise, bir eski hasırın üstünde, çocuk yaşta iki çırağıyla beraber, pideye katık ettiği domates, biberden ibaret öğle yemeğini yiyordu.
İki gün önce bir ofrada,
— Alıp satma yok, yapıp satma var! derken ne söylemek istediğini anlıyamadığım Gaziantep'li genç iş adamı yüzüme baktı... Ben başımı önüme eğdim. Kendi milletimin insanları karşısında o günkü kadar utanmamıştım.
Toprak zeminli bodrumun, güneş ışığı vurmuş merdiven altından gerisi, yarı karanlıktı. Gaziantep'li ustanın ve pırıl pırıl makinalarının üstüne ağır bir gölge inmiş gibiydi.
Bülent ECEVİT
GAZİANTEP: 5
" Gölge etme, başka ihsan istemem !.. „
Gaziantep'in en soluk benizli, en yoksul kılıklı insanını, bir dükkânda öğle yemeği yerken gördüm. Bizlerin girdiğimizi görünce ince yüzünde nazik bir gülümseyişle ayağa kalktı, sofrasına buyur etti. «Sofra», yere serilmiş bir eski hasırdı; yemek te pideler üstünde birkaç domatesle yeşil biber.. 3 kişi idiler: Bizi buyur eden dükkân sahibi ile, çocuk yaşta iki de çırak...
Gaziantep'in en yoksulunun bile yediği yemek zenginlerinin yediğinden pek farklı değildir, demişlerdi. Öyleyse bu adam yoksulun da mı yoksulu idi? Nice yoksul olduğu zaten kendisinin ve çıraklarının yüzlerinden belli idi.
Hemen herkesin iyice bir geçim sağlyacak iş bulabildiği bu şehirde, bu adam ne kadar lüzumsuz, boş, ölü bir iş tutmuş olmalydı ki bu hâle gelmiş olsun!
Bana Gaziantep çarşısını gezdiren -dünkü yazımda sözünü ettiğim- genç iş adamı, bizi sofrasına buyur eden soluk benizli dükkân sahibine, Gaziantep ağzıyla,
— Sağol, ağam! dedi. Biz senin eserlerini görmeğe geldik.
Dükkân sahibinin yüzündeki gülümseyişe bu sefer biraz da utangaçlık katıldı,
— Başüstüne ağam! dedi.
Önümüze geçti, eğreti bir merdivenden bizi dükkânın bodrumuna indirdi. Toprak zeminli bodrum katı çırılçıplaktı. Yalnız bir köşede iki yepyeni, otomatik dokuma tezgâhı görünüyordu. Gümrükten yeni çıkmış gibi pırıl pırıldılar. Birinin üstünde, dokunması yarım kalmış bir köylü kumaşı vardı.
Bir şey söylemiş olmak için,
— Nereden gelmiş bu makinalar, İngiltere'den mi? dedim.
Dükkân sahibi genç adam mahcûp, başını eğip sustu. Gaziantep'li dostlarım konuştular:
— Bunlar kendi eserleri, dediler. İkisini de burada yaptı.
Sonra kendisine dönüp sordular:
— Ne kadarını yerli malzemeden yaptın bunların ağam?
— Üstündeki en küçük cıvataya kadar her şeyi yerlidir, dedi.
Sonra sesini alçaltarak, saklamağa çalıştığı bir gurur gülümseyişiyle ilâve etti:
— Mahsus öyle olsun istemiştik..
Bunu söylerken, yarı gurur yarı da utangaçlıktan gözleri dolmuş gibiydi.
- Fakat, dedi. Dışarıya satarken üstüne yabancı adı yazıyorduk.
- Niçin?
- Yerli olduğunu bilseler almazlardı ki!
- Yılda kaç tane yapıyorsunuz bunlardan? dedim.
- Artık yapmıyoruz, bıraktık, dedi. İthal malından ucuza mal ettiğimiz hâlde muamele vergisi belimizi büküyordu, zarar ediyorduk.
Şimdi, bu Gaziantepli sanatçı, kendi yaptığı makinalarda köylü kumaşları dokuyarak geçimini sağlamağa çalışıyordu.
Her yıl kimbilir ne kadar döviz, bu makinaların belki de daha kötülerinin başka memleketlerden ithaline harcanıyordu! Verdiğimiz dövizle, Avrupada bu makinalardan yapan işçiler refah içinde yaşıyor; ithalâttan aldığı kârla, belki İstanbul'da bir tüccar, Ayazpaşadaki apartmanında hayatın tadını çıkarıyor; Gaziantep'in soluk benizli sanatkâr ustası ise, bir eski hasırın üstünde, çocuk yaşta iki çırağıyla beraber, pideye katık ettiği domates, biberden ibaret öğle yemeğini yiyordu.
İki gün önce bir ofrada,
— Alıp satma yok, yapıp satma var! derken ne söylemek istediğini anlıyamadığım Gaziantep'li genç iş adamı yüzüme baktı... Ben başımı önüme eğdim. Kendi milletimin insanları karşısında o günkü kadar utanmamıştım.
Toprak zeminli bodrumun, güneş ışığı vurmuş merdiven altından gerisi, yarı karanlıktı. Gaziantep'li ustanın ve pırıl pırıl makinalarının üstüne ağır bir gölge inmiş gibiydi.
Bülent ECEVİT
Collection
Citation
“Gaziantep 5: "Gölge Etme, Başka İhsan İstemem!",” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, accessed November 24, 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/643.