Gaziantep 4: Gaziantep Çarşısına Giriş
Title:
Gaziantep 4: Gaziantep Çarşısına Giriş
Source:
Ulus, "Günün Işığında" s. 3
Date:
1956-06-28
Location:
Atatürk Kitaplığı, 152/31
Text:
GÜNÜN IŞIĞINDA
GAZİANTEP: 4
Gaziantep çarşısına giriş
Oturduğum sofralarda herkes rakı içerken yalnız bir kişi şarap içiyordu. Gaziantep'in rakı geleneğini kırmağa çalışan bu genç Gaziantepli, bir şarap imalâtçısı idi. Elindeki dar imkânlarla bir gazoz imalâthanesi kurarak işe başlamış, Amerikan vari bir reklâmcılıkla gazozu bütün Gaziantep'te tutundurmuştu. Şimdi işini büyültmüş, şarap da yapıyordu. Şehrin biraz dışında, bir dere kenarında, bakımlı bir bahçenin içinde, tertemiz bir şaraphanesi vardı.
Şarabı rakıdan daha mı çok seviyordu? Hiç sanmam!... Bir insan Gaziantep'li olsun da herhangi bir içkiyi rakıdan daha çok sevsin, buna imkân yoktu. Ama madem ki şarabı kendi yapıyordu, şarap içmeliydi!
Bunda garipsenecek, ya da alkışlanacak ne var?, işini bilen herkesin böyle yapması beklenir!, diyebilirsiniz. Ama Gaziantepli bu aydın iş adamının sofralarda rakı yerine, ısrarla, kendi yaptığı şarabı içişi, öyle sanıyorum ki, bir iş adamı benciliğinden değil, memleket meseleleri üzerinde ki görüşünü ilkin kendi hayatına uygulamak isteğindendi.
Gaziantep'in tanıdığım bütün genç iş adamları gibi, o da, kafasını kendi işinden önce memleket meseleleri üzerinde yoran, kendi iş tutumunu memleket ihtiyaçlarının çerçevesi içinde değerlendirmeğe çalışan, okuyup düşünen bir aydındı.
Fakat memleket dertleri için düşündüğü hâl çaresi kulağa o kadar basit geliyordu ki, ister istemez insan, bu da düşünülmeğe değer mi, diyordu: İthalât kısılıp yerli malı kullanılmalı idi!... Sofralarda tartışma hangi memleket meselesine gelirse gelsin, bir yolunu bulup, kendi parolasını ortaya atıyor, ve hararetle savunmağa başlıyordu:
— Alıp satma yok, yapıp satma var! derdik.
İthalâtçıları, bazı hayatî maddelerin bile ithalâtçılarını, fuzuli işlerle vakit öldüren, memleket ekonomisine zarar veren insanlar olarak görüyordu.
Haydi biz de öyle bir ideal heyecanına kapılıp, «Alıp satma yok, yapıp satma var!» diyelim ama, batılı hayat tarzını benimsedikçe ihtiyaçlarımız günden güne artıyordu. Türkiye ise bir tarım memleketi idi. Endüstrisi daha kurulma yolunda idi. Halkının eli makinaya yatkın değildi. Nüfusunun büyük çoğunluğu okur -yazar bile değildi. Daha pek uzun yıllar, ihtiyaçlarımızdan bir çoğunu kendi başımıza karşılıyabilmemiz imkânsızdı. Nasıl olurdu da bu durumda ithalâtımızı, Gaziantep'li idealist iş adamının istediği kadar kısabilirdik?...
Hele Türkiye daha biraz ilerlesin, bir büyük endüstri için gerekli zemine, maddî imkânlara ve teknik bilgiye kavuşsun, o zaman elbette biz de birçok ihtiyaç maddelerini kendimiz imal etme yollarını bulur, göğsümüzü gere gere,
— Alıp satma yok, yaıp satma var! dedik.
Zaten hepimizin de ülküsü, yahut hayali bu değil miydi?
Fakat Gaziantep'li iş adamına göre, bunun için beklemeğe ihtiyaç yoktu. Beklemek sadece vakit kaybı idi. Bir endüstri memleketi, bugün Türkiye'de mevcut zemin üzerine de kurulabilirdi. Bunu başaracak olan, Türk sanatçısı idi.
Türk sanatçısı kimseden yardım istemiyordu. ilgi istemiyordu, yabancı sermayesi bile istemiyordu. Türk sanatçısının istediği tek ihsan, gölge edilmemesi idi. Türk sanatçısının, Türk işçisinin üstüne gölge edilmesin, o, bu memleketi birkaç yıl içinde bir başına kalkındırır, kendi yağıyla kavrulabilecek hale getirir, üstelik de Türkiye'yi bir tarım memleketi olmaktan, toprağa bağlı köylülerin çoğunluğu teşkil ettiği bir memleket olmaktan kurtarıp, gerek ekonomik gerek sosyal alanda, bir endüstri memleketini ileri hayatına kavuşturabilirdi. Yalnız refahımızın artması değil, demokrasimizin gelişmesi de buna bağlı idi. Çünkü, Türkiye nüfusunun yüzde 80 i, ileri merkezlerle ilişiği olmayan, toprağa bağlı, küçük ve yoksul köy toplulukları halinde yaşadıkça, Türkiye'de demokrasi sosyal teminata kavuşamazdı. Şimdiye kadar «kalkınma» için tutulan bütün yollar, bu kalkınmayı en iyi başarabilecek durumdaki Türk sanatçısını engellemekten başka işe yaramamıştı.
Fakat Türkiye'yi sanayileştirip kalkındırmak gerçekten bu kadar basit bir iş olabilir miydi? Öyle olsa idi, memleket şimdiye kadar sanayileşemez mi idi? Hem Türk sanatçısına, Türk işçisine gölge eden mi vardı?
Benim gözlerimde de, alışmış olduğu bu şüphe sorularını görmüş olmalı ki, Gaziantep'li genç iş adamı, bir akşam bir rakı sofrasında elinden şarap bardağını bırakıp ansızın bana döndü.
- Siz Gaziantep çarşısını gezdiniz mi? diye sordu.
- Gezdim! dedim.
- Hayır, gerektiği gibi gezmemişsiznizdir, dedi. Dışarıdan gelen hiç kimse Gaziantep çarşısını gerektiği gibi gezmez.
Bir gün beraber gezelim, o zaman ne demek istediğimi anlarsınız.
İki gün sonra, sabah erkenden çıkıp akşama kadar Gaziantep çarşısını gezdik. Gerektiği gibi gezdik... Çarşıda neler görüp dinlediğimi yarın anlatırım.
Bülent ECEVİT
DÜZELTME:
Dün bu köşede çıkan «Uyanık Şehir» başlıklı Gaziantep yazısının,
1. 2 nci sütun son paragrafındaki ikinci cümle şöyle olacaktır:
(Biz Ankara'da oturanlar, «irtica Cumhuriyet başkentinde bu kadar gelişirse, ya kimbilir Doğu İllerimiz ne duruma gelmiştir,» diye düşünüp kaygılanırız.)
2. 4üncü sütunun ikinci paragrafının ilk cümlesi şöyle olacaktır:
(Gaziantep'in bu uyanıklığı ve açık fikirliliği ile sanayileşmesi arasında da şüphesiz bir bağlantı olmalı.»
3. Aynı yazının sonunda da şu cümleler olacaktır:
(Tavla şakırtısını en az bu şehirde duydum. Gündüz boşta gezen insanlara en az bu şehirde rastladım.
İnsanlar arasında büyük servet farkı bulunmadığı gibi, şehrin az sayıdaki zenginleri de dar gelirlilerin gözüne batacak bir hayat sürmüyorlar. En zengininden en dar gelirlisine kadar herkes, belirli bir ölçü içinde, iyi yaşamasını, iyi eğlenmesini biliyor.
Bir çok siyaset adamlarımız, «milli ahlâk» meselesini irticaa alabildiğine tavizler verici bir demagoji vesilesi yapa dursunlar, Gaziantepliler, «millî ahlâk», batıdaki büyük şehirlerimize bile örnek olabilecek bir geniş görüşlülük ve ileri fikirlilikle bağdaştırma yolunu bulmuşlar. Burada ahlâkı, her şeyden önce, şehrin çalışma düzeni ve sosyal dengesi ayakta tutuyor.)
GAZİANTEP: 4
Gaziantep çarşısına giriş
Oturduğum sofralarda herkes rakı içerken yalnız bir kişi şarap içiyordu. Gaziantep'in rakı geleneğini kırmağa çalışan bu genç Gaziantepli, bir şarap imalâtçısı idi. Elindeki dar imkânlarla bir gazoz imalâthanesi kurarak işe başlamış, Amerikan vari bir reklâmcılıkla gazozu bütün Gaziantep'te tutundurmuştu. Şimdi işini büyültmüş, şarap da yapıyordu. Şehrin biraz dışında, bir dere kenarında, bakımlı bir bahçenin içinde, tertemiz bir şaraphanesi vardı.
Şarabı rakıdan daha mı çok seviyordu? Hiç sanmam!... Bir insan Gaziantep'li olsun da herhangi bir içkiyi rakıdan daha çok sevsin, buna imkân yoktu. Ama madem ki şarabı kendi yapıyordu, şarap içmeliydi!
Bunda garipsenecek, ya da alkışlanacak ne var?, işini bilen herkesin böyle yapması beklenir!, diyebilirsiniz. Ama Gaziantepli bu aydın iş adamının sofralarda rakı yerine, ısrarla, kendi yaptığı şarabı içişi, öyle sanıyorum ki, bir iş adamı benciliğinden değil, memleket meseleleri üzerinde ki görüşünü ilkin kendi hayatına uygulamak isteğindendi.
Gaziantep'in tanıdığım bütün genç iş adamları gibi, o da, kafasını kendi işinden önce memleket meseleleri üzerinde yoran, kendi iş tutumunu memleket ihtiyaçlarının çerçevesi içinde değerlendirmeğe çalışan, okuyup düşünen bir aydındı.
Fakat memleket dertleri için düşündüğü hâl çaresi kulağa o kadar basit geliyordu ki, ister istemez insan, bu da düşünülmeğe değer mi, diyordu: İthalât kısılıp yerli malı kullanılmalı idi!... Sofralarda tartışma hangi memleket meselesine gelirse gelsin, bir yolunu bulup, kendi parolasını ortaya atıyor, ve hararetle savunmağa başlıyordu:
— Alıp satma yok, yapıp satma var! derdik.
İthalâtçıları, bazı hayatî maddelerin bile ithalâtçılarını, fuzuli işlerle vakit öldüren, memleket ekonomisine zarar veren insanlar olarak görüyordu.
Haydi biz de öyle bir ideal heyecanına kapılıp, «Alıp satma yok, yapıp satma var!» diyelim ama, batılı hayat tarzını benimsedikçe ihtiyaçlarımız günden güne artıyordu. Türkiye ise bir tarım memleketi idi. Endüstrisi daha kurulma yolunda idi. Halkının eli makinaya yatkın değildi. Nüfusunun büyük çoğunluğu okur -yazar bile değildi. Daha pek uzun yıllar, ihtiyaçlarımızdan bir çoğunu kendi başımıza karşılıyabilmemiz imkânsızdı. Nasıl olurdu da bu durumda ithalâtımızı, Gaziantep'li idealist iş adamının istediği kadar kısabilirdik?...
Hele Türkiye daha biraz ilerlesin, bir büyük endüstri için gerekli zemine, maddî imkânlara ve teknik bilgiye kavuşsun, o zaman elbette biz de birçok ihtiyaç maddelerini kendimiz imal etme yollarını bulur, göğsümüzü gere gere,
— Alıp satma yok, yaıp satma var! dedik.
Zaten hepimizin de ülküsü, yahut hayali bu değil miydi?
Fakat Gaziantep'li iş adamına göre, bunun için beklemeğe ihtiyaç yoktu. Beklemek sadece vakit kaybı idi. Bir endüstri memleketi, bugün Türkiye'de mevcut zemin üzerine de kurulabilirdi. Bunu başaracak olan, Türk sanatçısı idi.
Türk sanatçısı kimseden yardım istemiyordu. ilgi istemiyordu, yabancı sermayesi bile istemiyordu. Türk sanatçısının istediği tek ihsan, gölge edilmemesi idi. Türk sanatçısının, Türk işçisinin üstüne gölge edilmesin, o, bu memleketi birkaç yıl içinde bir başına kalkındırır, kendi yağıyla kavrulabilecek hale getirir, üstelik de Türkiye'yi bir tarım memleketi olmaktan, toprağa bağlı köylülerin çoğunluğu teşkil ettiği bir memleket olmaktan kurtarıp, gerek ekonomik gerek sosyal alanda, bir endüstri memleketini ileri hayatına kavuşturabilirdi. Yalnız refahımızın artması değil, demokrasimizin gelişmesi de buna bağlı idi. Çünkü, Türkiye nüfusunun yüzde 80 i, ileri merkezlerle ilişiği olmayan, toprağa bağlı, küçük ve yoksul köy toplulukları halinde yaşadıkça, Türkiye'de demokrasi sosyal teminata kavuşamazdı. Şimdiye kadar «kalkınma» için tutulan bütün yollar, bu kalkınmayı en iyi başarabilecek durumdaki Türk sanatçısını engellemekten başka işe yaramamıştı.
Fakat Türkiye'yi sanayileştirip kalkındırmak gerçekten bu kadar basit bir iş olabilir miydi? Öyle olsa idi, memleket şimdiye kadar sanayileşemez mi idi? Hem Türk sanatçısına, Türk işçisine gölge eden mi vardı?
Benim gözlerimde de, alışmış olduğu bu şüphe sorularını görmüş olmalı ki, Gaziantep'li genç iş adamı, bir akşam bir rakı sofrasında elinden şarap bardağını bırakıp ansızın bana döndü.
- Siz Gaziantep çarşısını gezdiniz mi? diye sordu.
- Gezdim! dedim.
- Hayır, gerektiği gibi gezmemişsiznizdir, dedi. Dışarıdan gelen hiç kimse Gaziantep çarşısını gerektiği gibi gezmez.
Bir gün beraber gezelim, o zaman ne demek istediğimi anlarsınız.
İki gün sonra, sabah erkenden çıkıp akşama kadar Gaziantep çarşısını gezdik. Gerektiği gibi gezdik... Çarşıda neler görüp dinlediğimi yarın anlatırım.
Bülent ECEVİT
DÜZELTME:
Dün bu köşede çıkan «Uyanık Şehir» başlıklı Gaziantep yazısının,
1. 2 nci sütun son paragrafındaki ikinci cümle şöyle olacaktır:
(Biz Ankara'da oturanlar, «irtica Cumhuriyet başkentinde bu kadar gelişirse, ya kimbilir Doğu İllerimiz ne duruma gelmiştir,» diye düşünüp kaygılanırız.)
2. 4üncü sütunun ikinci paragrafının ilk cümlesi şöyle olacaktır:
(Gaziantep'in bu uyanıklığı ve açık fikirliliği ile sanayileşmesi arasında da şüphesiz bir bağlantı olmalı.»
3. Aynı yazının sonunda da şu cümleler olacaktır:
(Tavla şakırtısını en az bu şehirde duydum. Gündüz boşta gezen insanlara en az bu şehirde rastladım.
İnsanlar arasında büyük servet farkı bulunmadığı gibi, şehrin az sayıdaki zenginleri de dar gelirlilerin gözüne batacak bir hayat sürmüyorlar. En zengininden en dar gelirlisine kadar herkes, belirli bir ölçü içinde, iyi yaşamasını, iyi eğlenmesini biliyor.
Bir çok siyaset adamlarımız, «milli ahlâk» meselesini irticaa alabildiğine tavizler verici bir demagoji vesilesi yapa dursunlar, Gaziantepliler, «millî ahlâk», batıdaki büyük şehirlerimize bile örnek olabilecek bir geniş görüşlülük ve ileri fikirlilikle bağdaştırma yolunu bulmuşlar. Burada ahlâkı, her şeyden önce, şehrin çalışma düzeni ve sosyal dengesi ayakta tutuyor.)
Collection
Citation
“Gaziantep 4: Gaziantep Çarşısına Giriş,” Bülent Ecevit Yazıları 1950-1961, accessed November 21, 2024, https://ecevityazilari.org/items/show/642.